Osmanlının son zamanlarında; Türk’ün milliyetine, inancına ve toprağına kökten karşı olan Avrupalılar, asırlarca birlikte hayat süren etnik ve dinî unsurların rahat ve eşit şartlarda yaşamadığı yalanını ortaya atmaya başladılar. Hatta öyle ileri gittiler ki asırlarca beraber yaşadığımız et ve tırnak gibi olduğumuz Kürt, Çerkez, Arap vs. gibi unsurların Türk’le eşit hak ve şartlara haiz olmadığını ileri sürdüler.
Bir başka organize yalanlarıysa imparatorluk bünyesinde bulunan Hristiyan azınlıkların, milletin hâkim unsuru olan Türklerin zulmüne karşı korunması gerektiğiydi.
Bu düşünce ve istekler doğrultusunda Osmanlıya ilk müdahale 1856 yılında oldu. Kırım Harbi’nden sonra imza altına alınan Paris Antlaşması’na “Hristiyanların haklarının korunması gerektiği” maddesi konuldu. Bu maddeden güç alarak taleplerini ortaya koydular ve bu talepler Hristiyan unsurlar arasında taraftar toplamaya başladı.
1875 yılında Hersek’in Nevesin kazasında ayaklanma baş göstermişti. Osmanlı Devleti, kendi geleceği açısından önemli sonuçlar doğuracak bu ayaklanmayı bastırmak için harekete geçtiğinde Karadağ ve Sırbistan Osmanlıya harp ilan etti. Daha sonra Bulgar ayaklanması patlak verdi. Sorun giderek büyüyecek, Rusya’nın da tahrikleriyle uluslararası nitelik kazanacaktı.
Dikkatlice bakalım, 1856 yılında tohumları atılan, atılmasına göz yumulan, tedbir alınmayan nifakın sonuçları ortaya çıkmaya başlamıştı. Rumeli topraklarında yaşayanların çoğu ayaklanmıştı. Osmanlı hükûmeti bu ayaklanmaları bastırmak için harekete geçti. Başarılı oluyordu da… Yalnız hesaplayamadıkları, emperyalist devletlerin müdahalesiydi. Emperyalistler, ayaklanmacılarla konuşulmasını, onlarla anlaşmaya varılmasını istediler. Ayaklanmacıların haklarını ön planda tutarak barış yapılması teklifini ortaya attılar. Neydi bu barış teklifi? Bulgaristan’a idari muhtariyet verilmesi, Sırpların istiklalinin kabul edilmesi, ayrıca Karadağ’a toprak verilmesi… Özellikle Rus Çarlığı, Osmanlı topraklarında Slavlar başta olmak üzere Hristiyanların hamisi gibi hareket ediyor, Osmanlı Devleti’ni barışa zorluyordu.
1876 Ağustos’u sonunda Osmanlı tahtına Sultan İkinci Abdülhamit geçmişti. Balkanlar’da karışıklık sürerken Sadrazam Mütercim Rüştü Paşa, yerini Mithat Paşa’ya bıraktı. Sadrazam Mithat Paşa ve arkadaşları yeni padişahla anlaşarak Batı dünyasının tepkilerini dindirmek ve Osmanlı topraklarına sükûn getirmek için Kanunuesasi hazırlığına giriştiler. Hedefleri; devletin, sadece Hristiyan tebaasını düşünmeyip idaresi altında bulunan her etnik unsuru refah ve emniyet içinde yaşatmasıydı. Böylece, şimdiye kadar Batılıların bünyedeki halklar arasında farklılıklar ve eşitsizlikler bulunduğuna dair savunduğu tezleri geçersiz kılacaklarını düşünüyorlardı.
Ancak Osmanlı yönetimi yeni bir Anayasa hazırlayıp hayat geçirmeden önce büyük bir hata yaptı. Neydi bu hata? Bu Balkanlar meselesinin çözümünü büyük devletlerin hakemliğine bırakmak… Yani aptalca bir barış teklifi kabul edildi. İstanbul’da 23 Aralık 1876 tarihinde Bahriye Nezaretinde Tersane Konferansı başladı. Her devlet bir temsilciyle bu toplantıya katıldı.
Osmanlı Devleti aynı gün Kanunuesasi’yi ilan ederek Meşrutiyet idaresine geçmişti. Parlamento açılacak, yakında faaliyete de geçecekti.
Kanunuesasi’nin ilanını haber veren top sesleri duyulurken milletlerarası konferansta üyemiz olan Saffet Paşa “Müjdeler olsun, artık ayrılıklar olmayacak bundan sonra kiliseler ve camilerin haricinde Müslümanlık ve Hristiyanlık konuşulmayacak.” diye Türk insanının saflığını belirten sevinç gösterisinde bulundu. Saffet Paşa, artık bir barış konferansı yapılmasına gerek kalmadığını da söyledi. Ama büyük devletlerin temsilcileri; bunun, konferansın kesilmesini gerektirecek bir sebep olmadığını, görüşmelerin devam etmesi gerektiğini öne sürdüler.
Meşrutiyet ilan edilmiş ama bunun Batılı ülkeler üzerinde bir etkisi olmamıştı. Nitekim bu konferansta, Sırbistan ve Karadağ için bağımsızlık, Bulgaristan ve Bosna-Hersek içinse özerklik kararı alındı. Osmanlı Devleti 18 Ocak 1877 tarihinde bu kararları reddetti. Büyük bir savaş kapıdaydı.
Kanunuesasi uyarınca Osmanlı Mebusan ve Âyandan oluşan Meclis-i Umumisi, 31 Mart 1877’de çalışmalarına başlamıştı. Üyeler arasında devletin mukadderatına ve savaş tehlikesine ilişkin tartışmalar yaşanıyordu. Bir kısmı “Osmanlı meşruti yönetime geçti, artık insanlar kendi haklarını kendileri kullanıyor, bu teklif kabul edilemez.” diye görüş belirtiyordu. Ancak ufku açık Eski Hicaz Valisi ve Âyan Meclisi Üyesi Halet Paşa, “Dikkat edelim. Bu anlaşmazlığın arkasında Bir Osmanlı-Rus Savaşı yatmaktadır.” diye ikazda bulunmuştu. Bu ikaz, şiddetli tartışmaların yaşanmasına sebep oldu. Bir grup “Savaşmazsak bu toprakta yatan atalarımızın kemikleri sızlar.” derken başka bir grupsa “Bu savaşı kaldırmaya bizim maliyemizin gücü yetmez.” görüşünü savundular.
Büyük devletlerin dayatmaları Osmanlılar tarafından kabul görmeyince konferans dağılmış, her devlet kendi üyesini geri çekmişti. İngiltere devreye girerek Rusya’nın Osmanlı Devleti’ne savaş açmasını önlemek maksadıyla Londra’da ilgili ülkelerin temsilcilerinin katılacağı yeni bir konferans toplanmasına önayak oldu. Burada adına “Londra Protokolü” adı verilen bir protokol hazırlandı. Ama Osmanlılar, konferansta hazırlanan protokolü iç işlerine müdahale sayarak reddettiler. Savaş kaçınılmaz olmuştu. Nitekim Rusya, 24 Nisan 1877 tarihinde Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etti. Bu savaşta Osmanlı Devleti, Balkanlar başta olmak üzere topraklarının önemli bir kısmını kaybetti. Ruslar Çatalca’ya kadar gelip İstanbul’a dayandılar.
Bu bilgiler ışığında düşündüğümüzde, geçmişte yaşadığımız hadiselerden gereken dersi almış mıyız, geçmiş ile gelecek arasında bir bağ kurarak yaptığımız hataları tekrar etmemeyi öğrenmiş miyiz? Bunun muhasebesini yapmamız gerekmektedir. Bugün Türkiye Cumhuriyeti, bekasına ve toprak bütünlüğüne yönelen ciddi tehditlerle karşı karşıyadır. Batılı dostlarımız(!) iç ve dış meselelerimizle ilgili eskiden olduğu gibi yine iş başındadır. O bakımdan, tarihin tekerrür etmemesi için nasıl düşünmemiz ve neler yapmamız gerektiği yönünde kafa yormalı, millet olarak uyanık olmalıyız.