MHP, AKP İLE İTTİFAK KARARINI NEDEN ALDI?

30 Ağustos 2018 16:32 Mehmet DUMANOĞLU
Okunma
2436
MHP, AKP İLE İTTİFAK KARARINI NEDEN ALDI?

MHP, AKP İLE İTTİFAK KARARINI NEDEN ALDI?
Mehmet DUMANOĞLU

Uzun zamandır AKP – MHP ittifakı toplumumuzda konuşulup, tartışılmakta. Konuya ilgi duyan –haklı olarak– iki siyasi parti taraftarları, destekleyicileri hatta muhalifleri bu konuyla ilgili görüşlerini söylemekte, sosyal medyada fikir tartışmaları yapmaktalar.
TBMM’de grubu olan veya Meclis dışında bulunan siyasi partilerde asli görevlerinden olması hasebiyle “bu ittifakla ilgili” yorumlarını kamuoyu ile paylaşmaktalar, TBMM’de konuşmaktalar.
Farklı ortam ve mekânlarda aynı soru bana da sorulmakta; “MHP, AKP ile neden ittifak yaptı?”
12 Eylül 1980 Askerî Harekâtı’ndan sonra Türkiye’deki sade vatandaşlarımız çok uzun süre siyasetten değişik nedenlerle ve haklı olarak uzak durmuşlardı. Askerî darbe sonra vatandaşlarımız siyasi partilere, sendikalaşmaya, politika konuşmaya, “Ne olacak bu ülkenin hâli?” sihirli sorusu ve görüşlerini söylemeye korkuyorlardı. Toplumumuzun bu korkusunu atmış olduğunu ve yurttaşlarımızın  –konu ne olursa olsun– yeniden düşünce üretmeye başladıklarını, bunun kadar değerli ve önemli olan görüşlerini ifade ettiklerini görmek çok güzel, önemli ve değerli.
“Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi”ne yönelik 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan referandum öncesi ve özellikle15 Temmuz 2016 sonrasında MHP ile AKP arasında yakınlaşma başlamıştır.
Hatta mevcut AKP hükûmeti Cumhurbaşkanlığı sistemi için referanduma  (halk oylaması) gidilmesini TBMM’ye getirememiş, MHP konuyu bizzat Genel Başkan Dr. Devlet Bahçeli’nin beyanı ile yeniden gündeme getirince “harekete geçebilmişti.”
İşte o anlardan itibaren iki siyasi parti arasında ilişkiler daha da gelişti. AKP, “Türkiye’mizin çok zor, tehlikeli ve kritik zamanlar yaşadığı;  iç tehdit ( bölücü terör ve FETÖ) ve devletimizin geleceğine ilişkin dış tehlikelerin (Kuzey Irak, Suriye ve İran’da yaşananlar ve sınır güvenliğimiz,  ABD ve AB’nin üstü örtülü ekonomik ambargosu)  çözümü ile ilgili çareler üretmekte zorlandığı zamanlarda MHP’nin desteğini yanında buldu.
Yaşanan gelişmelere baktığımızda adına “cumhur ittifakı” denilen “millî ve yerli” ittifak geçmiş yıllarda –mesela Mesut Yılmazlı ANAP ile Tansu Çillerli DYP arasında- olduğu gibi gizli de yapılmamış, iki parti açıkça kamuoyu önünde bu iş birliğini ifade etmişlerdir.
2019 Genel Seçimlerinde MHP’nin Cumhurbaşkanı adayı çıkarmayacağı yani iki partinin iş birliğinin (ittifakın) devam edeceği TBMM’de yapılan MHP Grup toplantısında  (09 Ocak 2017 günü) Genel Başkan Devlet Bahçeli tarafından her zamanki açık sözlülüğü ve tavrı ile kamuoyuna ifade edilmiştir.
Yukarıda yazdığım gibi farklı zamanlarda bana da sorulan AKP–MHP ittifakının gerekçeleri nedir? Muhalefet partisi olmasına rağmen” MHP, hükûmetteki siyasi parti yani AKP ile neden ittifak yapmaktadır?
Üstelik daha önce o dönemde başbakan olan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’la ilgili Devlet Bahçeli’nin ifadeleri ortadayken ve Başbakanlığı döneminde R. Tayyip Erdoğan’ın “o zamanlar” milliyetçilikle ilgili söylediği çok ağır ifadeleri ve görüşleri bilindiği hâlde.
Bu yazıdaki en zor ve kritik cümle bu paragraftır gerçekte. İttifaka tepki gösteren Ülkücülerin temel gerekçesi Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan’ın “milliyetçilikle ilgili” o zamanki haksız ve çok ağır, suçlayıcı açıklamalarıdır.
Meseleler “yaşandığı dönemin koşullar ile” değerlendirilmelidir.
Tarih biliminin bu çok önemli kuralı ile düşünüp yorum yaptığımızda en doğru yorumları yaparız. İçinde bulunduğumuz zaman dilimi Türkiye’nin ciddi tehditlerle, sıkıntılarla karşı karşıya olduğu, beka sorunu yaşadığı bir dönemdir.
2007 yılında zamanın ABD Dışişleri Bakanı Condalize Rice şöyle demişti:
“Orta Doğu’da  (BOP’la ilgili bilgi verirken) sınırlar değişecek.”
2013’de ABD’nin Dışişleri Bakanı olan Hillary R. Clinton basına şu açıklamayı yaptı:
“Türkiye hariç Orta Doğu’da 22 (yirmi iki)  ülkenin sınırları değişti.”
Türkiye’nin sınırlarının ne olacağını soran bir gazeteciye de şu yanıtı verdi:
“O da değişecek.”
Güneydoğu ve doğu sınırlarımızda (Yılbaşı sonrası ilk hafta İran’da aynı anda otuz altı şehirde hayat pahalılığını protesto gibi gözüken ve bu ayaklanmaları desteklediklerini açıkça söyleyen ABD ve İsrail’i hatırlayalım.) yaşanan sorunları ve aşağıda maddelediğimiz konuları, C. Rice ve H. R. Clinton’un söylemleriyle birlikte değerlendirmeliyiz.
Türkiye’yi çok uzun zamandır meşgul eden Irak’ın kuzeyindeki gelişmeler,
Yaklaşık elli gündür askerî ve uluslararası politik hazırlıkları yapılan Afrin Operasyonu konusu,
2016 yılında düzenlenen Fırat Kalkanı Harekâtı,
Türkiye–ABD müttefiklik sorunları,
Kendisini, Türkiye ile geleneksel rekabetçi olarak gören İran, şu sıralar yakın dostluk ilişkileri içindeymiş gibi görünüm çizen Rusya Federasyonu,
Suriye’de yönetimi ile yaşanan problemler, Suriye’nin parçalanmış görüntüsü.
Sadece konu başlıklarını yazmak bile Türkiye gündeminin ne kadar yoğun ve gelişmelerin ne kadar kritik olduğunu göstermekte.
Türkiye–Irak sınırı 331  km. Türkiye–Suriye sınırı 877  km, iki devletle sınır toplamı 1.208  km’dir. 1208 kilometrelik hatta sınırlarımızın öteki tarafı terör yuvaları. Sınırlarımıza beton duvar çekmemizin gerekçesi buydu hatırlayacağımız gibi.
Sınırlarımızda çok ciddi güvenlik tehditleri varken ve ABD’nin; Kuzey Irak ve Suriye’nin kuzeyindeki PKK/YPG unsurlarını birleştirerek Akdeniz’e ulaşan bir PKK/PYD (terör) koridoru oluşturmaya çalıştığı gerçeği önümüzde dururken, özellikle Suriye’de terör örgütlerini  (PYD ve IŞİD) organize ederken,
ABD, Kürt terör koridoru oluşturarak; Türkiye, İran ve Suriye’ye daimî tehdit ve baskı oluşturmayı, Kuzey Irak’la Suriye’nin petrol ve doğal gazını Türkiye’ye ihtiyacı kalmadan Akdeniz’e ulaştırmayı hedeflerken Türkiye ve TBMM’de grubu olan siyasi partiler nasıl bir politik tavır almalıdır?
Türkiye, Avrupa Birliği özellikle Almanya ile de sorunlar yaşamaktadır.
Almanya’nın, Türkiye’den kaçan FETÖ mensuplarının “toplanma kampı” hâline gelmesi yanında Türkiye’ye adı açıklanmamış “ekonomik ambargo” uygulaması politik açıdan yaşattığı sorunlar yanında mali açıdan da Türkiye’ye zarar vermektedir. Almanya kadar etkili ve önemli olmasa bile Yunanistan (15 Temmuz ihanet kalkışma teşebbüsünde bulunan askerleri iade etmemesi),  Avusturya ve Hollanda problem çıkartan öteki AB ülkelerdir.
Sadece konu başlıklarını yazdığımız dış tehlikeler yanında “içeride” yaşanılan problemlerde devam etmektedir.
İç tehlikelerin başında elbette terör vardır. Türkiye’de terörün boyutu için fikir vermek amacıyla bir bilgi verelim:
2003 yılında “Türkiye’de faaliyet gösteren kaç terör örgütü var?” diye bir araştırma yapmıştım. O tarihte bulduğum rakam 54’tü. Bu sayı herhangi bir ülkenin tahammül edebileceğinden çok fazla, korkunç bir rakamdır.
Şimdi bir soru: Bu toplam sayı (benim tespit edebildiğim) 2018 yılında azalmış mıdır sizce?
Herkesin cevabını duyar gibiyim: Hayır!
Dikkat edelim daha FETÖ’den bahsetmeye sıra gelmedi, gelemiyor.
Hiçbir terör örgütü “Kendisini destekleyen bir ülke olmadan yaşayamaz.” Bu gerçeğe göre şu soruyu sormalıyız:
Türkiye’ye karşı bu kadar çok terör örgütünü kim(ler) kurduruyor, koruyor, besliyor, silahlı eğitim veriyor ve niçin?
Bütün bunların Türkiye’ye verdiği manevi ve maddi (ekonomik ve mali olarak) zararlarını düşünebiliyor musunuz?
Sadece Fırat Kalkanı Operasyonu’nda 16 Ocak 2018 günü Haber.net tv.’de Abdullah Ağar’ın  (saat 22.00 civarında) verdiği bilgiye göre 72 şehit verdik. Ondan önce hendeklerin temizlenmesi operasyonlarında kaç şehidimiz vardı, bilmiyorum. Liseden mezuniyet diplomalarını bizzat benim verdiğim iki öğrencim Jandarma Özel Harekât’tan Teğmen Harun Parlak ve Polis Özel Harekât’tan Aydın Şahin Polat “vatan evlatlarımız” da şehit olmuşlardı.
Ülkenin kaynakları teröre harcanmak zorunda kalınması yerine Türkiye’nin kalkınmasına harcanabilseydi Türkiye’nin sosyoekonomik, sanayileşme, kalkınma, toplumun ekonomik refah düzeyi nasıl olurdu tahmin edebiliyor musunuz?
İlk satırdan buraya kadar bütün yazılanları bir defa daha okuyup, düşünüp, yorumlarsak MHP; AKP ile ilişkilerinde ve Türkiye’nin her birisi diğerinden daha büyük ve tehlikeli sorunlarının çözümü için nasıl bir tavır almalıydı, hangi politikayı izlemeliydi?
Tarihî geçmişini incelediğimizde Ülkücü görüşün “temel prensibi” şudur:
“Önce milletim, sonra partim ve ben.”
Bu geleneksel ve ideal anlayış yerine millî ve yerli diye ifade edilen ittifak için MHP bir koşul veya pazarlık yapmamıştır.  “Kabul etmek,  her zaman doğru bulmak anlamına gelmez.” İki siyasi partinin birlikte hareket etmeleri bütün konularda aynı fikirde oldukları anlamına elbette gelmemektedir.
Türkiye’nin içinde bulunduğu durum; “varlık, bütünlük ve gelecek sorunu” hâlindeyken yapılması gereken en doğru tutumun yukarıda yazdığımız temel prensibe uygun davranmak olduğu açıktır. Kişisel veya parti çıkarları değil Türkiye’dir şimdi korumamız gereken. Bu nedenle –en azından şimdilik– şart, beklenti, gelecek kaygısı hatta öfke gibi düşüncelerle hareket edilmemelidir.
İsmail Gaspıralı’nın  (1895’lerdeki) sözü ile bitirmek bu yazının ana fikrini gösteren en doğru ifade olacak:
Vakit, “dilde birlik, fikirde birlik, işte birlik” vaktidir…