KALEME/ KELAMA DÖNÜŞ

15 Ocak 2016 17:22
Okunma
1204
KALEME/ KELAMA DÖNÜŞ


Celile ÜLKÜ
 
Kalemim suskundu nicedir… İçimden kelimeler geçer oysa otobüste, yolda yahut herhangi bir toplantıda. Olayları izlerim, sesleri işitirim. En çok da bütün duyu organlarımla insanları hissederim ancak illa insanları…
Ebu Zeyd Abdurrahman bin Muhammed bin Haldun el Hadramî… Bildiğimiz adıyla İbn-i Haldun… Modern historiyografinin, sosyolojinin ve iktisadın öncülerinden kabul edilen 14. yüzyıl düşünürü, devlet adamı ve tarihçisi. Köklü bir aileden geldiği için iyi bir eğitim aldı. Tunus ve Fas'ta devlet görevlerinde bulunduktan sonra Gırnata ve Mısır'da çalıştı. Kuzey Afrika'nın o dönem istikrarsız ve entrikalarla dolu siyasal yaşamı iki yıl hapiste yatmasına yol açtı. Bedevi kabilelerini çok iyi tanımasından dolayı aranan bir devlet adamı ve danışman oldu. Mısır'da altı defa Maliki kadılığı yaptı. Şam'ı işgal eden Timur ile görüşmesi, “bir fatih ile bir bilginin ilginç buluşması” olarak tarihe geçti.
Siyasal yaşamdan çekildiği dönemlerde adını tarihe geçiren yedi ciltlik dünya tarihi Kitâbü’l-İber ve onun giriş kitabı olarak düşündüğü Mukaddime'yi yazdı. Eseri, Arap dünyasında etki yaratmasa da Osmanlı tarih anlayışını derinden etkiledi. Başta Kâtip Çelebi, Naima ve Ahmet Cevdet Paşa olmak üzere Osmanlı tarihçileri Osmanlı Devleti'nin yükseliş ve çöküşünü pek çok defa onun teorileriyle çözümledi. Arap dünyasında yeniden keşfedilmesi ancak Arap milliyetçiliğinin gelişmeye başlaması ile oldu. 19. yüzyıldan itibaren ise Avrupalı tarihçiler tarafından keşfedildi ve eserleri büyük takdir gördü. Öyle ki Toynbee, aradan geçen yüzyıllardan sonra onun için, "Herhangi bir zamanda, herhangi bir ülkede, herhangi bir zihin tarafından yaratılmış en büyük tarih felsefesinin sahibi.” dedi.  Böylesine bir âlim kişi ile ilgili bu kısa ansiklopedik bilgi kuşkusuz yeterli değil. Ancak İbn-i Haldun’un birçok kişi tarafından zikredilen “Coğrafya kaderdir!” deyişi, yeterince anlaşılabilmiş midir, diye uzun zamandır kendi içimde sorgularken nihayet bu naçiz satırları yazmaya karar vermiş bulunmaktayım.
Kenan Eli’nde doğmuş ve aynı coğrafyanın kültürüyle yoğrulmuş kendi hâlinde, sıradan bir vatandaş olarak aynı zamanda kaleme ve kelama gönül vermiş bir insan olarak âciz nefsime soruyorum: Coğrafya niçin kaderdir?
Dünyanın gözünün üzerinde olduğu bir ülkede, dünyaya kahramanlıklarıyla adını duyurmuş bir soyun şerefli bir ferdi olarak yaratmışsa Rabb’iniz sizi, hayata diğerlerinden olgun, diğerlerinden güçlü ve buna tezat diğerlerinden daha yumuşak kalpli olarak başlamışsınızdır. Yani coğrafyanız kaderinizi yazmıştır ya da ilahî emir kaderinizi coğrafyanızdan belirlemiştir.
Müslüman Türklerin Müslüman Araplarla komşuluğu cennet vatanımızın özellikle güneydoğu illerinde yüzyıllardır huzur bulamamış hayatlara yol açmıştır. Günümüze değin soyu sopu belirsiz birtakım grupların siyasi ve ekonomik çıkar çatışmalarıyla birlikte mevcut savaş ortamına ulaşmış bulunan ülkemiz zor zamanlar geçirmektedir. Meselenin; ulusa sesleniş konuşmalarında sert çıkışlar yapmak değil, zamanında aklıselimi yerinde bir dış politika izlemek olduğunu iktidar sahipleri idrak edememiştir. Lakin Gazi Paşa’nın Gençliğe Hitabe’de belirttiği gibi “Bütün bu şeraitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içindedirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit etmişlerdir. Millet, fakruzaruret içinde harap ve bitap düşmüştür.” Söz konusu coğrafya, kaderini ağır kayıplar vererek yaşamaktadır.
Önce, mülteci sorunu oldu. Milyonlarca insan, vatansız kaldı; ülkemize sığındı. Sığınmacılara kapılarımızı insani duygularla açarken her şeyde olduğu gibi ileri görüşle hareket edilmedi. Nihayetinde, belki böyle bir yazıda uzunca bahsedilmesine lüzum görmediğimiz birçok sosyal, psikolojik, iktisadi, sıhhi hatta ahlaki problem oluştu. Gayrimeşru evlilikler, faili meçhul cinayetler, kayıt dışı işçi çalıştırılması ve çocuklarımızın aşı takviminin bozulması söz konusu sıkıntıların sadece birkaçıdır. Çok değil beş yıl önceki Urfa’yı, Antep’i, Hatay’ı bilenler bilir. İsimlerini zikrettiğimiz medeniyetin kalbi olan bu şehirlerimizde şimdilerde akşamları sokağa çıkmak mümkün değil. Kendilerine özgü ancak yaşayarak hissedilebilecek eski manevi iklimlerinden eser yok; bir tek hüzün hissedilebiliyor, derin, sessiz bir hüzün… Coğrafya kaderdir diyor İbn-i Haldun, coğrafyamız kaderini kan ağlayarak yaşıyor.
Sonra, adları da kendileri misali virüs gibi çoğalan terör örgütleri, bin yıldır vatan bellediğimiz coğrafyamızı kana bulamaya başladı. Çünkü tek gayeleri maddi çıkarları olan sözüm ona iktidar sahipleri, topraklarımız kendilerine atalarından miras kalmışçasına hainlere vaatlerde bulunmuşlardı. Cibilliyetsizlerin, cennet vatanımızın topraklarında yaşayıp bizi sırtımızdan vurma planlarına göz yummuş, ne yazık ki sonucunda hâlihazırda yaşanılan zulüm ve kargaşa ortamını hesap edememişlerdi. Öyle ya coğrafya kaderdir diyordu İbn-i Haldun, kader bu kez böyle tecelli ediyordu…
Gregg ve Leinhardt’ın coğrafya tanımında dört özellik dikkat çeker:

  • Birincisi bir yere eşsiz bir karakter kazandıran, yeryüzü üzerindeki özelliklerin dağılımıdır. (Dağlar, ırmaklar, denizler vb.)
  • İkincisi, bazı şeylerin oldukları yerlerde ve zamanda neden ve nasıl meydana geldiğini anlamaktır. (yanardağlar gibi)
  • Üçüncüsü, meydana gelen olayların, diğer olaylarla ilgisi ve bağlantısıdır. (yağmur ormanlarının tahribi)
  • Dördüncüsü, coğrafyanın haritalar ile bilgilerin ve düşüncelerin iletişimini sağlamasıdır.
Buradan yola çıkarak kısaca, yer ve insanlar arasındaki ilişkilerin coğrafyanın konusunu oluşturduğu söylenebilir Yer, Hz. Peygamber’in müjdesine nail olmuş Türkiye ve insan söz konusu coğrafyada hayatını idame ettirmekle imtihan olunan Türk nesli ise İbn-i Haldun’a coğrafyanın kader olduğu hususunda katılmamak içten değildir.
Kalemim suskundu nicedir… Coğrafyamda yangın var, susturamadım sözleri… Musul’da, Türkmeneli’nde, Bayırbucak’ta, Diyarbakır’da yangın var… Ben âciz bir âdemoğlu, Türk’ün ateşi yanar özümde…