Okunma
1545
Bahadır KÖPRÜLÜ
Alın size harika bir yol haritası. Önceden bu haritayı çizmiş ve uygulayarak başarıya ulaşmış biri tarafından şablon gibi hazırlanmış, varislerinin kabiliyet ve becerilerine sunulmuş (Mao Tse-tung. Salt askerî görüş açısı üzerine: http://www.kurtuluscephesi.com/gerilla/cin.html#b3) :
“Salt askerî görüş açısı. Kızıl Ordudaki birçok yoldaş arasında son derece yaygın. Aşağıdaki biçimlerde ortaya çıkıyor bu açı:
1. Askerî görev ile siyasi görevi birbirine karşıt sanmak; askerî görevin, siyasi görevleri başarmak için gerekli araçlardan sadece biri olduğunu görmezlikten gelmek. Hatta "Askerî görev başarılırsa siyasi görev de başarılır. Askerî görev iyi yürütülmezse siyasi görev de iyi yürütülmemiş demektir." gibi yargılara varmak. Bu yargının bir adım ötesi, askerî görevi bir numaralı siyasi görev saymaktır.
2. Kızıl Ordunun varlık sebebi sadece savaşmak değildir; savaşmanın yanı sıra, düşmanın askerî gücünü tahrip, kitleleri hareketlendirmek, örgütlemek, silahlandırmak, devrimci bir güç hâline gelmelerinde yardımcı olmak ve hatta Komünist Partisinin örgütlerini kurmak gibi önemli görevlerin sorumluluğunu da üstüne almıştır. Bu amaçlar ortadan kalkacak olursa, savaşmak da anlamını kaybeder ve Kızıl Ordunun varlığına sebep kalmaz.”
İsterseniz, bu şablondaki askerî göreve “terör” dedikten sonra, bu görevi üstlenen örgütlerin adlarını ülkemize uyarlayalım; sonra sıradan bir medya takipçisinin hafızasıyla bu görevi üstlenenlerin sadece son birkaç ayda ortaya koydukları performansı hatırlayalım.
Şimdi de “Kürdistan’da Askerî Çizgi” adıyla, Karayılan adına 2011’de yayımlanan bir kitaptan ulaşabildiğim alıntılara değinmek istiyorum.
(http://www.serxwebun.org/kitaplar/kurdistandaaskericizgi/#/14/). Karayılan bu kitapta PKK/KCK’nın uyguladığı strateji hakkında bilgi verirken
Çin’de başlangıçta köylü ayaklanmaları şeklinde yapılan uygulamanın Mao tarafından “uzun süreli halk savaşı”na dönüştürülerek başarıya ulaştırıldığını ve bu stratejinin farklı ülkelerde başarıya ulaştığını,
Halk savaşının, genelde gerilla ve gerillayı destekleyen halk ayaklanması şeklinde iki gücün birleşmesinden oluştuğunu; bu stratejiyle, kapitalizmin geliştiği ve topumun önemli kesiminin yaşadığı şehirlerde halk ayaklanmasının; kırsal ve seyrek nüfuslu alanlarda ise gerilla yönteminin devreye konduğunu,
Gerilla yöntemi içinde ayaklanmanın da olduğunu; gerillanın kırsalda büyüyerek şehre doğru gelirken şehirde de halk ayaklanmasıyla bütünleşip sonuç alındığını,
Bu stratejinin üç aşamalı olduğunu;
o “Stratejik savunma” denen ilk aşamada, yeri yurdu belli olmayan gerilla gruplarının eylemlerinin, halk örgütlenmesinin ve kendini büyütme çabalarının olduğunu,
o “Stratejik denge” denen ikinci aşamada, gerillanın kendini büyütmesinin, etkili darbelerle kurtarılmış bölgeler oluşturmasının ve bu bölgeleri düşman güce karşı elde tutarak denge kurmasının olduğunu
o Son “stratejik saldırı” aşamasında ise, gerillanın ordulaşıp, şehirlerde de halkı ayaklanma düzeyinde örgütleyerek sonuç almasından ibaret olduğunu yazmış.
Mao ile Karayılan arasındaki usta-çırak ilişkisini ortaya koyan bu verileri, 30 yılı aşkın bir zamandır yaşananlarla birlikte mümkün olduğunca hatırlamak, sanırım hepimizin ülkenin geleceğini tahmin açısından yararlı bir zihin antrenmanı olacaktır.
PKK/KCK stratejisi olarak referanslarıyla birlikte anlatmaya çalıştığım şablonun neresinde olduğumuzu Sayın İçişleri Bakanımızın Kobani olaylarına ilişkin sarf ettiği, medyaya yansıyan “Alan hâkimiyetini kaybettiğimiz zamanlar oldu. Kırsalda terör baskısı arttı şehirlere inmeye başladılar. Şehirlerde de hâkim olmaya başladılar.” (http://www.milliyet.com.tr/alan-hakimiyetini-kaybettik/siyaset/detay/1963631/default.htm) şeklindeki ifadeler belirlemiyor mu?
“Analar ağlamasın.” sloganı ile başlatılan ve artık terörden, çocuklarının kaybından bıkmış bir halka ilaç gibi sunularak reddedilmesi “insanlık suçu” gibi algılatılan “çözüm süreci” kavramından da bahsedelim.
Kürt açılımı, demokratik çözüm gibi nitelemelerin ardından, “çözüm süreci” adında karar kılınan çalışmaların; hazırlık aşamasında olsun, gelişme aşamasında olsun, olan biten pek çok şey, sızdırılmış bant kayıtlarına varıncaya kadar medyaya yansıdı. Herkesin iyi kötü bir kanaati oluştu. Gelinen noktada artık siyasi bir kavram hâlini alan, ancak içinin nasıl doldurulacağını şimdilik pek tahmin edemediğim “Yeni Türkiye”nin şekillenmesinde, söz konusu PKK/KCK stratejisindeki kararlılık ile çözüm sürecindeki kararsızlığın belirleyici rol oynayacağının işaretleri alınmaya çoktan başlandı.
Burada kritik nokta, çözümün sonunda ortaya çıkacak “Yeni Türkiye”nin doğumunun, rahmetli Erbakan’ın tabiri ile “kanlı mı yoksa kansız mı olacağı”dır.
Görünen o ki PKK hinterlandındaki örgütlere hiçbir şey yetmiyor. Kürt kimliğini tanımak, ana dil öğrenme ve yayın hakkı gibi masum ve demokratikliğini tartışmak zor olan taleplere ilave olarak örgüt sanki “Ver ama yetmez!” politikası uyguluyor. Ona hiçbir şey yetmiyor. Demokrasi adına sürekli istiyor ama “ne istiyor, ne veriliyor, ne istiyor da verilmiyor, vereceğim deyip de vermeyen mi var?” belirsiz.
Buna karşılık yoğun bir laf kalabalığı var. Akiller, aptallar, yazarlar ve televizyon yorumcuları, siyasi parti demeçleri havada uçuşuyor.
Ancak tüm milliyetçilerin ayakaltına alınmasına, T.C.’nin bile rafa kaldırılmasına rağmen, Kobani olayları adı altında sergilenen performansı ile PKK, “Ordulaşan gerillam ve şehirlerde ayaklandıracağım kitleler hazır. İstersen stratejik saldırı aşamasına geçip işini bitirecek güce sahibim.” mesajı veriyor gibi. Yine bir medya takipçisi olarak söyleyebilirim ki olayları durdurmak için bölücübaşına cep telefonu verilip kadroları ile görüşmesinin sağlandığından tutun, bazı makam sahiplerinin HDP yöneticilerine yalvardığı iddialarına kadar doğru mu yalan mı provokasyon mu olduğunu bilmem mümkün olmayan pek çok haberi okumak, şahsım ve ülkem adına endişelenmeme yetti.
Tabii, bu arada son “serhildan” da linç de dâhil, ölen onlarca vatandaşın yakılan, yıkılan, yağmalanan kamu ve şahıs mallarının faturası kime çıkarılacak; ayak takımından birkaç kişi Deniz Seki kadar ceza alacak mı, merakla bekliyorum.
Şu anki eylemlerin, saldırı ve cinayetlerin asgari ölçüde tutulmasının; başka bir ifadeyle, medyada küçük puntolarla yazılıp seçmenin dikkatini çekmeyecek düzeyde olmasının (isteyen buna düşük yoğunluklu savaş desin); AKP’ye yeni bir seçim zaferi kazanmak, PKK’ya da güdümündeki kitlelerin dinamizmini korumak için imkânlar yarattığı; böylece ara sıra karşılıklı asarız keseriz söylemleri ile sarsılsa da “barış ya da çözüm süreci” şemsiyesinde görünmez bir denge oluştuğu izlenimi alıyorum.
Sayın İç işleri Bakanının yukarıdaki beyanlarına devamla ifade ettiği “Alanda PKK hâkimiyeti var gibi bir durumdayken seçime gidilmez. Biz kamu düzenini sağlayacağız ve seçime o atmosferde gideceğiz.” vurgusu da PKK eylemlerinin yoğunluğu ile seçim sonuçları arasındaki ilişkiyi anlatır gibidir.
İyi de; çözüm sürecinin kendine sağladığı stratejik avantajları ve gelişmeyi, Kobani eylemleri ile kanıtlamış, üstelik Irak ve Suriye’deki gelişmeler sayesinde uluslararası nitelik de kazanmış bir PKK istemezse, yada “bir şekilde” ikna edilemezse, kamu düzenini sağlamak adına çıkarılacak yeni kanunlardan mı korkacak? Yoksa bir yandan “çözüm süreci” devam edecek, bir yandan da çıkan yeni kanunlar polis ve İçişleri Bakanlığına bağlanması düşünülen Jandarma kanalıyla tavizsiz uygulanacak! PKK da “pardon!” diyecek…
Bütün bunlar yan yana gelince, “çözüm süreci”nde PKK’nın nispeten uslu durmasının, AKP’nin seçim zaferleri serisinin devamını sağlayacağını, bunun karşılığında, Anayasa’sı, hatta ordusu bile yeniden dizayn edilmiş bir “Yeni Türkiye” karabasanı aklıma geliyor.
Özetlersek; sevgili milletimiz, gerek açılım süreçleri, gerekse yürütülen yüksek dış politikaların da katkısıyla Arapsaçına dönmüş Orta Doğu’dan hissedilen tehditler karşısında öyle bir noktaya getirildi ki ya AKP iktidarı ve çözüm süreci ne pahasına olursa olsun devam etmek zorunda ya da Kobani olaylarında provası yapıldığı üzere “Buyurun cenaze namazına!” PKK’nın buna “stratejik saldırı aşaması” dediğini yazmıştım.
Yetmedi, AKP ve tüm kurmaylarıyla devlet öylesine iç içe girdi ki bu arada kimsenin “Hop!” demediği alanlarda PKK da kurtarılmış bölgeleri ve buralardaki devlet taklidi uygulamalarıyla öylesine palazlandı ki AKP’nin yerine iktidara gelebilecek hangi siyasi görüş olursa olsun, aynı açmazın içine girecek.
Sonuç olarak ister kendine sadece “millet” desin ister Türk milleti ister Türk halkı ister Türkiye halkları desin; Alevi, Sünnî, ateist, Yörük, Çerkez, Kürt olsun; bu topraklarda yaşamaktan başka şansı olmayan insan topluluğu olarak (Buna eskiden Türk ulusu deniyordu) -hadi Yugoslavya’yı unuttuk diyelim- burnumuzun dibindeki Suriye’de, Irak’ta olanlara bir bakıp denizin bitmek üzere olduğunu, karanın göründüğünü geç kalmadan bir anlarsak çok iyi olur diye düşünüyorum.
Zira artık Türkiye’de tartışmanın sağ-sol üzerine değil, yukarı mı aşağı mı boyutuna taşınmasının zamanı geldi. Yoksa cenaze namazımızı kılmaya Küba’daki cami bile yetmeyecek…