KEMAL KILIÇDAROĞLU’NUN “YSK’DA OLMAYAN VERİLER BİZDE VAR.” AÇIKLAMASININ HUKUKİ VE CEZAİ BOYUTU VAR
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Sekreter Yardımcısı Dr. Bahadır Bumin Özarslan, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “YSK’de olmayan veriler bizde var.” şeklindeki açıklamasını değerlendirirken, “Genel Başkan’ın bu açıklamayı yaparken daha sonra da o partiyi temsil eden sözcünün mesela bu hususların kişisel veriler kapsamına girdiğini de gözetmesi gerekirdi. Kişisel verilerin korunması da esastır. Anayasa ile korunan bir husustur. Buna ilişkin mevzuat da söz konusudur. Hatta Kişisel Verileri Koruma Kurulu var. Bu sebeple yani işin hukuki boyutu ve aslında bu verilerin nasıl elde edildiği ile ilgili cezai boyutu da var. Bütün bunları göze alarak bu açıklamalar yapılıyorsa o zaman hakikaten burada maksat başka olmalı.” dedi.
Dr. Bahadır Bumin Özarslan, 11 Ağustos 2022- Perşembe günü BENGÜTÜRK TV’de- yayınmanan ve Ayşenur İdris’in hazırlayıp sunduğu “Düşünce Haritası” programının konuğu oldu. Özarslan, programda Ayşenur İdris’in gündeme ilişkin sorularını cevaplarken, şunları söyledi:
“Yüksek Seçim Kurulunda (YSK) olmayan veriler bizde var.” diyen CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu açıklaması ilginç. Yalnız ilginç olması bizi şaşırtmadı anlamına gelmesin. Zira CHP, özellikle yerel seçimlerde kazandığı nispi başarı sonrasında pek çok konuyu böyle spekülatif bir şekilde gündeme getirerek âdeta gündem yaratma veya yarattığı gündeme kamuoyunu inandırma ve kamuoyunu peşine takma gibi bir strateji izliyor. Pek çok konuyu da bu şekilde istismar ediyor. Son yaptığı açıklama da aslında bu zincirin bence son halkası. Şimdi “YSK’de olmayan veriler bizde var.” demek biraz altı doldurulması gereken bir açıklama. Burada verdiği bilgiler ve ardından CHP Parti Sözcüsü Faik Öztrak’ın bu açıklamayı aydınlatma şeklinde yaptığı açıklama da aslında kamuoyunda oluşan tereddütleri gidermedi. Gidermediği için de zaten yetkili makamlar harekete geçtiler ve buna ilişkin birtakım hukuki sürecin başlayacağını da bize ifade ettiler. Bir yönüyle bu. İkinci yönüyle bakıldığında da yine YSK’den yapılan açıklamalar ve Faik Öztrak’ın açıklaması çerçevesinde düşünerek değerlendirdiğimizde YSK’nin ilan ettiği bilgiler ham veriler ham bilgiler. ‘Biz bu bilgileri alıyoruz işliyoruz, değerlendiriyoruz, kontrol ediyoruz dolayısıyla bu yüzden bizdeki bilgiler YSK’de yok.’ gibi bir açıklama da çok aydınlatıcı değil. Zira nüfusumuzu kabaca 85 milyon olarak yuvarlak bir hesapla düşünürsek eğer 50 milyonun üzerinde rahatlıkla bir seçmek kitlesi var. Bu seçmen 55-65 milyon civarında. Şimdi bu seçmenlerin hepsine ilişkin bir çalışma yürütmek de oldukça büyük bir insan kaynağı ve öbür taraftan zaman, emek ve maliyet gerektiren bir husus. Bütün bunlar nasıl gerçekleştiriliyor bu da belirsiz. Öbür taraftan bu elde edilen bilgilerin YSK içinden mi yoksa başka yollarla mı elde edildiği de muamma. Yine başka bildiğimiz bir husus. YSK bunu zaten Seçim Kanunu’nun ona yüklediği görevler sebebiyle ve kendi özel mevzuatı çerçevesinde düzenli olarak seçmenleri, seçmen bilgilerini güncellediğini biz biliyoruz. Bu zaten YSK için rutin bir faaliyet. Kaldı ki YSK’de biliyorsunuz partilerin temsilcileri de var. Bu parti temsilcileri de bu yapılanlardan haberdar. Mesela bugün bizim partimizin temsilcisi Av. Türker Ercan, aynı zamanda Merkez Disiplin Kurulu üyemiz. O da bir açıklama yaptı. Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu açıklamasını çok anlamsız bulduğunu belirtti sosyal medya hesabından. Bu sebeple Kemal Kılıçdaroğlu’nun ve arakasından Faik Öztrak’ın açıklamalarını dikkate aldığımızda bütün bu soru işaretleri ile birlikte nereye varmak istedikleri, ne yapmak istedikleri de biraz muamma. Ama benim ilk cümle olarak ifade ettiğim husus daha önemli. Yani burada bir sansasyon yaratmak, gündem, yaratmak ve yarattıkları gündemi de topluma önce inandırmak arkasından da yine birtakım şüpheler, tereddütler yaratarak devlet otoritesi üzerinde bir zafiyet oluşturmak. Çünkü şöyle bir husus da var: Dikkat ederseniz “YSK’de bile olmayan veriler.” şeklinde başlıyor cümle. Şimdi biz mesela Cumhurbaşkanı adayı olarak CHP’nin 2018’de yarışan Muharrem İnce’nin seçim sonrası açıklamalarını veya ondan sonra da yine parti kurup ayrıldığı dönemde de ve şu ana kadar da hep aynı açıklamaları duyuyoruz kendisinden. “CHP’nin seçim güvenliği, sandıkların güvenliği, temsilci bulundurma ve sandıkların başında nöbet tutma” gibi hususlarda binlerce sandıkta hiçbir şey yapmadığını, görevini ihmal etmediğini belirtmişti ve hatta Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kaybetmesinin faturasını da CHP Genel Merkezine kesmişti. O günden bugüne gerek CHP tabanında gerekse Millet İttifakı denilen şu anda ismi Altılı Masa olarak tabir edilen bu yapının da sürekli olarak toplum nezdinde “Acaba seçimlere yönelik yine bir ihmal söz konusu olur mu?” şeklinde bir tereddüt yaşadığını biliyoruz. Hatta bu 6’lı Masa yakın zamanda seçim güvenliğine yönelik olarak da ayrı bir komisyon kurduklarını ve çalışmalar yürüttüklerini söylemişti. Bence bu Kılıçdaroğlu’nun açıklamalarında etkisi olan bir durum. Sonuç itibarıyla amacı, hedefi belirsiz, içeriği muğlak ve CHP açısından da genel olarak da 6’lı Masa açısından da âdeta tabanlarını yatıştırmaya, onların soğukkanlılığını korumaya ve kafalarında oluşmuş olan “Acaba yine aynısı olur mu?” gibi şüpheleri yok etmeye yönelik spekülatif bir açıklama olarak değerlendiriyorum. Yani biz seçimlere son derece hazırız, bugüne kadar yapılan propaganda neydi? “Cumhur İttifakı gerek 2018 Cumhurbaşkanlığı Seçimlerinde gerekse 2019 Yerel Seçimlerinde işte devlet gücünü kullanıyor, devlet gücünü arkasına alıyor, bu sebeple de 2018’de Millet İttifakı seçimi kaybetti.” şeklinde kendi tabanlarına yönelik olarak bir propaganda vardı. Tabii tabanları bundan şikâyet etmekteydi. Bu şikâyeti ortadan kaldırmak ve yeni bir seçimde böylesi bir tereddüt ve şüphe oluşmayacağını göstermek için de yapılmış olabilir. Şimdi mesela böyle bir açıklamayı yaparken özellikle bir genel başkanın daha sonra da o partiyi temsil eden sözcünün mesela bu hususların kişisel veriler kapsamına girdiğini de gözetmesi gerekirdi. Kişisel verilerin korunması da esastır. Anayasa ile korunan bir husustur. Buna ilişkin mevzuat da söz konusudur. Yasa ve daha alt düzeyde. Hatta Kişisel Verileri Koruma Kurulu var. Bu sebeple yani işin hukuki boyutu ve aslında bu verilerin nasıl elde edildiği ile ilgili cezai boyutu da var. Bütün bunları göze alarak bu açıklamalar yapılıyorsa o zaman hakikaten burada maksat başka olmalı. Bu maksat da seçimlere hazırlıklı olduklarını ve bu konuda hiçbir eksikliklerinin olmadığını göstermek adına yapılmış bir açıklama.
YABANCI SEÇMEN MESELESİ
Bir kere yabancı seçmen, yabancıların oy kullanması gibi ifadeler doğru değil. Çünkü seçme ve seçilme hakkı kamu hukukundan kaynaklanan kamu haklarıdır. Kamu hakları ise ancak vatandaşların kullanabileceği haklardır. Dolayısıyla bir kişi eğer yabancı ise hukukun vatandaş değildir demektir. Nitekim bizim ilgili mevzuatımıza da bakıldığında yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu adı altındaki kanunda birtakım statülerden bahsedilir. Burada yabancı tabiri olarak da Türk vatandaşı olmayanlar şeklinde bir tanım yapılır. Burada mülteci, şartlı mülteci, uluslararası koruma kapsamındakiler ve Suriyelilere özel geçici koruma kapsamındakilerden bahsedilir. Bunların sahip olduğu mevzuat çerçevesinde hakları, yükümlülükleri ve bunların bu statülerinin oluşmasını sağlayan şartlar. Şimdi bunlara bakıldığında zaten bu kanun kapsamına girdiği anda bir yabancı veya bu kanun dışında haymatlos denilen vatansızlar gibi değişik unsurlardan hiçbirinin vatandaş olmadığı müddetçe seçme ve seçilme hakkı yoktur. Dolayısıyla yabancı seçmen tabiri zaten hukuken doğru değildir. Öbür taraftan vatandaşlık elde etmiş bir kişinin de artık Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni oluşturan sürekli insan topluluğunun bir parçası oldu. Nüfusumuzun bu yönüyle bir parçası olduğunu bilmek ve buradan hareketle artık vatandaşlık statüsünü elde etmiş kişinin kökeni ile ilgili ırk, dil, din, soy, mezhep vb. hususlarda herhangi bir şekilde bunun artık irdelenmemesi gerektiği esastır. Çünkü hukuk artık ona vatandaşlık statüsü vermişse bu kökenden bağımsız bir durumdur. Bir statüdür ve kişiyle devlet arasında hukuki sürekli bir bağ anlamına gelir. Dolayısıyla buradan hareketle şunu da söyleyebiliriz: “Vatandaş olana kadar yabancı kabul edilen, ancak vatandaş olduğu andan itibaren yabancılık unsuru ortadan kalkmış, seçme ve seçilme hakkına sahip olanlar kadar Kılıçdaroğlu’nun açıklamasından hareket edersek ve bir an olsun açıklamasına itibar edecek olursak zaten yabancı olmayıp doğumdan itibaren gerek üst soyu bakımından gerekse bulunduğu topraklar bakımından Türk vatandaşı olanların da değişik açılardan kökeni ile ilgili bilgelere sahip mi CHP acaba? CHP eğer bu bilgilere sahipse ki YSK’de bile olmayan verilere sahip olduklarını söylüyorlar. O zaman bu hem Kişisel Verilerin Korunması mevzuatı çerçevesinde anayasal, yasal ve diğer yönetmelikler çerçevesinde bir suç teşkil ettiği gibi öbür taraftan da Anayasa’mızdaki eşitlik ilkesine ve ayrımcılığı önlemeye yönelik hükümlere de açıkça aykırılık teşkil ediyor. Yani CHP seçmenlerin yabancı kökenli olmayanları doğuştan itibaren “Türk kökenli “ olanları ile ilgili olarak da ayrıca daha detaylı bilgilere sahip mi acaba? Ve sahip olduğu bu bilgileri acaba ne şekilde kullanıyor? Bu açıklamaların altından böyle bir soru da aklımıza gelebilir ki bu son derece tehlikeli bir durum ve bu kesinlikle Türkiye’nin millî bütünlüğü bakımından da çok ciddi bir tehdit olur. Yani kişisel veri boyutu bir yana işin sosyolojik ve siyasal stratejik boyutu bakımından da çok ciddi bir tehlikeyle karşı karşıyayız. Demek ki CHP elinde tuttuğu bu veriler aracılığıyla kişilerin pek çok açıdan kendi özel hayatını ilgilendiren özelini ilgilendiren bilgiler üzerinden de büyük bir yeri geldiğinde de tehdit yeri geldiğinde şantaj yapma aracına sahip. CHP’nin elinde ne var onu da bilmiyoruz.
6’LI MASANIN ADAYLIK KAVGASI
Kemal Kılıçdaroğlu’nun Edirne’de partilileri tarafından Cumhurbaşkanı olarak anons edilmesi meselesi uzun süredir gerek kamuoyunda gerekse CHP’ye yakın çevrelerde gündeme getirilen bir durum ve artık bir sır değil. Yani Kemal Kılıçdaroğlu Cumhurbaşkanı adayı olmak istiyor. En azından buna hayır demiyor ve reddetmiyor. Öncelikle Cumhurbaşkanı adaylığı noktasında kamuoyu yaratmak meselesi var. Aynı zamanda da CHP’nin kendi tabanı bakımından böyle bir kamuoyu yaratma çabası da var. Yani eş zamanlı olarak hem CHP’nin içine hem de toplumun tümüne yönelik bir psikolojik propaganda yürütülüyor. Bu propaganda da epeyce mesafe aldı. CHP’nin içinde bir başka kişinin adaylığı artık tartışılır olmaktan çıktı. Bu konuda adları çok geçen Ankara ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanları dâhil olmak üzere. Birinci husus bu.
İkinci husus, tabii bu 6’lı Masa veya 6+1 bir formatındaki hatta benim tabiimde HDP’de de eş başkanlık olduğu için 6+2 şeklindeki bu masada da aslında başka adaylık hevesi içinde olanlar da var. Bunları biliyoruz. Aslında bakıldığı zaman özellikle Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan da kendi partilerinin adayı olarak ilan edildiler. Geri kalan bunu açıkça ilan etmeyen masanın diğer bileşenlerini bir tarafa bıraksak bile aslında bu tür açıklamalar 6+2’li masadaki iç çekişmenin de bir göstergesi. Ama tabii burada CHP muhalefet partileri içinde masada en çok oyu aldığını söyleyen ve geri kalan bütün partilerin toplamının yaklaşık iki katı kadar oya sahip olduğunu iddia eden çünkü aralarında henüz seçime girmemiş olan partiler de var. Dolayısıyla “Bu masadan eğer bir aday çıkacaksa ya benim göstereceğim ya da benim onay vereceğim bir aday olması lazım.” şeklinde bir yaklaşıma sahip. Böylesi bir durumda masanın geri kalanında oturanlar eğer buna razı olmazlarsa çoklu aday bile gündeme gelebilir. Fakat bu son açıklama artık CHP’nin yeni bir aşamaya geçtiğini gösteriyor. Seçimi de yapmış CHP, adaylığı bırakıp Cumhurbaşkanı’nı da seçmiş. Tabii bu seçimi kim yaptı orada mikrofonu eline alıp Edirne’de konuşan bu CHP’li şahıs mı yaptı sadece yoksa bu şahsın şahsi tercihi mi, yoksa CHP’de bir taraftan Genel Merkez çevresinde yapılan özel çalışmalar, özel olarak oluşturulan komisyonlar. Diğer taraftan bunların illere yansıdığı söylenen yine çalışma ağı bunu artık tabanın bir talebi en azından parti teşkilatının bir talebi olarak mı gündeme getiriyor? Bütün bunlar artık yavaş yavaş ortaya çıkacak. Tabii bir kişinin mevcut seçilmiş bir Cumhurbaşkanı varken Cumhurbaşkanı olarak ilan edilmesi her şeyden önce nezaket sınırlarının çok ötesinde.
Öbür taraftan bir partinin de böyle bir açıklamayı gündeme getirmesi gündemde tutması da o partinin de aslında devlet ciddiyetinden ne kadar uzak olduğunu da gösterir ki bu parti de sürekli olarak Cumhuriyet’in kurucusu olduğunu iddia eden parti ama Cumhuriyet’in değerlerine ne kadar saygı gösterdiğini yani göstermediğini de bu açıklamayla birlikte görüyoruz. Çünkü Cumhuriyet’i kurduğunu iddia eden ki bu iddianın doğru olmadığını sürekli olarak bu programda ifade ediyoruz. Cumhuriyet’i kurduğunu iddia eden bir partinin seçimler olmadan böylesi bir açıklamayı yapıyor olması onların da Cumhuriyet’in temel değerleri ne biraz evvel üzerinde vatandaşlık kavramının Cumhuriyet’in bir sonucu çünkü temelde herkes bakımından eşit bir statü olması anlamında ve sahip olduğu haklar bakımından vatandaşlık statüsüne vatandaşların sahip olduğu belli şartlar çerçevesinde seçme ve seçilme hakkına ne kadar da itibar etmediğini gösteren bir açıklama. Dolayısıyla böylesi bir açıklama Cumhuriyet’in temel değerlerine ne kadar itibar edildiğini göstermesi bakımından oldukça vahim bir açıklamadır. Bu böyle aslında geçiştirebilecek bir açıklama değil, hafife alınacak basit kabul edilebilecek bir açıklama değil. Nezaketsizlik ve terbiyesizlik bir tarafa ciddi anlamda da bu devletin çatısını oluşturan değerlerin de ne kadar aslında CHP tarafından önemsenmediğini göstermesi bakımından çarpıcı bir örnek.
MAVİ VATAN’DA YAPILAN ARAMA VE SONDAJ FAALİYETLERİ
Burada yapılan arama ve sondaj faaliyetleri Türkiye’nin gerek Adalar Denizi’nde gerekse Doğu Akdeniz’de ileri sürdüğü tezleri özellikle Libya ile yaptığımız Deniz Yetki Anlaşması ile de güçlendirdiğini ve bu deniz yetki alanları üzerinden gerçekleşen çekişmenin ve tabiri caizse bilek güreşinin bir sonucudur. Yani Türkiye burada Mavi Vatan yaklaşımı veya Mavi Vatan doktrini denilen doktrini yalnızca kâğıt üzerinde olmadığını uygulamaya da geçirdiğini göstermektedir. Türkiye’nin Libya ile yaptığı anlaşmanın önemi de zaten buradan kaynaklanmaktadır. Türkiye’nin Yunanistan’la genel olarak yaşadığı bütün sorunlara karşılık ileri sürdüğü tezleri Libya Anlaşması ile hayata geçirmiştir ve bunu Birleşmiş Milletlere de tescil ettirerek burada uluslararası toplum nezdinde de çok önemli bir avantaj sağlamıştır. Bunun devamı olarak Türkiye hem Adalar Denizi’nde hem Doğu Akdeniz’de başka adımlar atacağını da göstermiştir ve özellikle gerek Adalar Denizi’nde kuzeydoğu adaları gerekse güneydoğu adaları olarak bilinen veya genel olarak Adalar Denizi’ndeki doğu kısımda kalan bütün adalar yukarıda Çanakkale Boğazı’ndan aşağıda Antalya Körfezi’ne kadar uzanan bütün Yunanistan’ın egemenliğinde olan adalardaki bu gayriaskerî statünün sürekli olarak ihlal edilmiş olmasından kaynaklanan hareketle Türkiye bugüne kadar yaptığı bütün itirazlara karşılık sonuç da alınamaması sebebiyle artık önce Libya Anlaşması ile sonra da bu arama ve sondaj faaliyetleriyle yeni bir boyut katmıştır. Bir kere burası çok önemli. İkinci husus tabii bu Mavi Vatan doktrininin bir sonucu olarak yine kendi arama ve sondaj gemilerimizle bu faaliyetleri yürütüyor olmanın hem psikolojik boyutu var hem de bir ekonomik boyutu var. Psikolojik propaganda açısından bakacak olursak eğer, bu şekilde deniz yetki alanlarında veya genel olarak denizlerde doğal kaynak aramak bir büyük devlet olma potansiyelini göstermektedir. Yani eğer bu aramayı siz kendiniz yapabiliyorsanız bu noktada uluslararası toplumun bakışı kendi kendine yetebilirlik ölçüsünde bu aramanın yapılabilir olması bir yetkinlik göstergesidir. Ve bu yetkinlik çerçevesinde de siz bu arama faaliyetlerinden sonuç da alıyorsanız ki Karadeniz’de aldık inşallah Doğu Akdeniz’de de alacağız. O zaman işte uluslararası arenada da rekabet edebilir bir pozisyona gelmiş oluyorsunuz. Bütün bunlarda bu işi kendi imkânlarıyla yapan yalnızca ekipman olarak yalnızca sahip olduğu gemiler bakımdan değil aynı zamanda kendi insan kaynaklarıyla yani Türk mühendisleriyle yapan bir devlet artık burada güçlü devlet olma arifesinde olma bir devlet imajı yaratıyor ki bu çok önemlidir.
Ekonomik boyutuna gelecek olursak eğer, bu arama faaliyetleri bir kere her şeyden önce bir kere Türkiye’nin özellikle başta da belirttiğim gibi doğal gaz ve petrol olmak üzere ithal ettiği enerji kaynaklarıyla ilgili mevcut devam eden sözleşmeler de Türkiye’ye bir pazarlık gücü sağlıyor. Hele hele yeni keşifler oldukça da artık bu sözleşmelerin kendi kendine enerjide yeterli hâle gelinceye kadar devam ettirilmesi ve uzatılmasında da Türkiye’ye bir maliyet avantajı oluyor yani fiyat indirimi alma şansı oluyor. Bunu göreceğiz. Bir başka husus tabii, burada bu arama ve sondaj faaliyetlerinde sonuç aldıkça da burada toplumsal motivasyon da artıyor. Kendine güvenle birlikte özgüvenin artması ile birlikte tabii çok önemli bir aşamaya geçmiş oluyor. Yine burada bizim enerji meselesi elbette çok stratejik boyutu olan bir meseledir. Ama Türkiye bakımından yaklaştığımızda ekonomik olarak bizim cari açığımızda en büyük kalemi oluşturan bir ihtiyacımız. Ortalama 50 milyar dolar yıllık bize maliyeti olan doğrudan. Dolaylı olarak ekipman ve yatırım üretim amacıyla kullanılan ekipman da düşünüldüğünde bunun en az yarısı kadar bir yüke daha yani yıllık ortalama 70-75 milyar dolara vatan doğrudan ve dolaylı bir faturası var. Bu arama ve sondaj faaliyetlerinin başarılı olması ve sonuç alması bizim üzerimizdeki bu büyük yükün de azalmasını ve zaman içinde erimesine yol açacak. Biliyorsunuz Türkiye son dönemde yeni bir ekonomik modeli hayata geçirmeye çalışıyor. Bu da yatırım-üretim-istihdam ve ihracat odaklı bu yeni ekonomik modelde cari açık bizim en büyük kamburumuz. Bu kamburdan kurtuldukça, azalttıkça, bu yükü hafiflettikçe Türkiye’nin bu yeni ekonomik modeli bu dört sacayağı ile hayata geçmiş olacak. Bu konuda da bu arama ve sondaj faaliyetlerinin son derece önemi var. Tabii bu bizi başka bir aşamaya getirir ki bu da Ankara merkezli bir gelecek tasarımını artık biz daha kolay bir şekilde hayata geçiririz. Özellikle dış politikada. Çünkü hem enerjideki arz güvenliğini ülke içinde sağlaması, bunun tedariki ve kullanımındaki sıkıntıların ortadan kalkması ki son dönemde özellikle 5-6 yıllık süreçte Cumhur İttifakı farkı ile birlikte bunun enerjideki arz güvenliğini de çok ciddi oranda yurt içinde sağlandığını biliyoruz. Bunun ekonomiye olan yansıması ve doğal olarak dış politikaya olan yansıması ülkenin Ankara merkezli gelecek tasarımı bakımından da bize çok büyük bir avantaj sağlıyor ve özellikle de Türkiye’nin iç kamuoyuna yönelik yapılan ve yapılmaya da devam edilen seçimler yaklaştıkça daha fazla örneğini gördüğümüz, bu programda ve başka programlarda sürekli olarak muhalefet diliyle örneklerini de arka arkaya yaşadığımız bu psikolojik propagandaya karşı çok ciddi bir direnç oluşturuyor.
Öbür taraftan bu son özellikle arama ve sondaj faaliyetleri Abdülhamit Han gemisi ve bu geminin başlattığı sondaj faaliyetlerinde dikkat edilmesi ve unutulmaması gereken bir husus da bu sondaj gemimize refaket eden Deniz Kuvvetlerinin gemilerdi ve bu gemilerin adları Kanlı Noel diye bilinen Kıbrıs’ta Aralık 1963’te gerçekleşen Tabip Binbaşı Nihat İlhan’ın katledilen 3 yavrusunun adını taşıyor. O küçük şehitlerimizin adını taşıyor refakat eden gemiler. Buradan da bir başka noktaya uzanıyoruz ki büyük devletler aynı zamanda tarihî derinliği olan ve köklü geleneğe sahip olan devletlerdir. Bunların en önemli özellikleri de kayıt tutmalarıdır. Tabiri caizse bir insana benzetirsek devleti hafızalarının canlı olmasıdır. Bu refakat eden gemilere Tabip Binbaşımız Nihat İlhan’ın şehit edilen yavrularının adının verilmiş olması da Türk devletinin hafızasının ne kadar çok canlı olduğunu ve bunu unutmadığını göstermesi bakımından oldukça manidar. Sembolik olmasının çok ötesinde büyük devlet olmanın getirdiği sorumlulukların somut olarak yansıması şeklinde değerlendirebiliriz. Bence bu meseleyi de atlamamak gerekir. Sonuç olarak bu enerji rekabeti ve enerji rekabetinin aynı zamanda deniz yetki alanlarının üzerinden bir mücadeleye sahne olması Türkiye’nin burada kararlılığını göstermesi ve somut olarak hayata geçirmesi Türkiye’nin 2053 hedefi yani İstanbul’un Fethi’nin 600’üncü yılında 2053 yılında süper güç olma hedefinin de bir önemli atlama taşı ve önemli bir aşaması olduğunu da unutmamak gerekir. Çünkü Türkiye gerek ekonomik olarak güçlendiğinde gerek Ankara merkezli gelecek tasarımını hayata geçirdikçe 2053 yolundaki hedefine daha hızlı gidebilecektir. Burada bu enerji üzerinden gerçekleşen rekabet ve dış politikadaki bu Mavi Vatan doktrini çerçevesinde Türkiye’nin attığı adımların aslında 2053’e giden yolda çok önemli kilometre taşları olduğunu söyleyebiliriz.
OLASİ ABD-ÇİN SAVAŞI
ABD’nin Tayvan’a bu müdahalesini aslında teorik bir zemine oturtmak mümkün. Mevcut ABD Başkanı Biden seçim kampanyasına başladıktan sonra Mart-Nisan 2020’de bir dergide manifesto niteliğinde uzun bir yazı yayımladı. Bu yazının başlığı “Amerika Neden Yeniden Lider Olmalıdır?” şeklindeydi.
Bu Amerika’nın dünyadaki hegomonik güç olma meselesiyle alakalı. Çünkü ona göre bu Trump döneminde bir yara aldı ve biz yeniden Amerika’ya bir numara yapacağız ve burada bunu birtakım değerlerin üzerine oturttu. Hem iç politikada hem dış politikada birtakım restorasyon ve onarım sürecinden geçeceğini ifade etti. Burada en çok öne çıkardığı hususlardan biri de “Dış politikada da demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti çerçevesinde bir dış politika inşa edeceğiz, çünkü biz Soğuk Savaş’ta da aslında Doğu Bloku’na karşı bunun mücadelesini verip galip çıkmıştık ve bunun liderliğini de ABD yapmıştı. ABD, eski müttefiklerle birlikte yeniden bunun mücadelesini verecektir.” dedi. Mesela Tayvan krizi üzerinden örnek verecek olursak eğer Pelosi’nin açıklamasına bakacak olursak, Pelosi bu ziyareti “Otokrasiye karşı demokrasilerin dayanışması” şeklinde ifade ediyor. Yani birbirine paralel. Eğer mesele güvenlikse ve ABD’den bahsediyorsak muhakkak NATO’yu dikkate almak zorundayız. NATO’yu dikkate aldığımızda NATO’da son dönemde çok ciddi bir konsept değişikliğine gidildi. Bu yıl itibarıyla NATO “2022 Stratejik Konsepti’ni ilan etti. En son 2010’da ilan etmişti. Ama geçen yıl özellikle 2030 Perspektifi NATO’nun 2030 Raporu yayımlandı. Geçtiğimiz yıl haziran ayındaki zirvede. Şimdi bu 2030 Raporu’nda mesela “Yeni Bir Çağ İçin Birliktelik” başlıklı raporda, Çin Rusya ile birlikte ikincil bir tehdit ama potansiyel olarak Rusya’dan daha büyük bir tehdit olarak ifade edildi. Çünkü Çin’in dünyanın bir numarası olmak gibi 2030’lardan başlayıp 2040’lara uzanan bir hedefi var. Bu hedef çerçevesinde de Çin’den kaynaklı bütün meydan okumalara karşı NATO’nun hazırlıklı olması gerektiği söylendi. Bu durumda NATO artık kendi sınırları dışında bir hamleye başlıyor. Çin denildiği zamanda artık Büyük Okyanus yani Pasifik eksenli bir yaklaşım da geliştiriyor. Çin’in bu meydan okumalarından ve tehlikelerinden bahsederken biraz önce ifade ettiğimiz o değerler üzerinden yani “otoriterizme karşı demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti” üzerinden sistemik bir tehlike olarak ifade edilmiştir. Öbür taraftan Çin’in dünya pazarına ekonomik olarak egemen olabilmesi için de “Tek Kuşak Tek Yol Projesi”ne dikkat edilmesi gerektiğine işaret edilmiştir bu 2030 Raporu’nda. Buna karşılık da NATO ülkelerinin ortak bir yaklaşım içerisinde olması gerektiği, Çin’e yönelik olarak bir danışma organının kuruması ve aralarındaki iş birliğinin de çok boyutlu olarak sadece güvenlik anlamında değil gerek değerler açısından gerekse ekonomik açıdan iş birliğini artırmaları gerektiği, özellikle de Çin’in siber saldırılar yoluyla fikri mülkiyet hırsızlıkları yaptığı ve pek çok ticari sektörde bunun etkilerinin yaşandığı, tedarik zincirlerini etkilediği Çin’in böyle monopolist tekelci bir yaklaşımı hayata geçirerek pek çok ekonomik sektörde egemen olmasına karşı NATO ülkelinin birlikte hareket etmesi gerektiği belirtiliyor.
“NATO bir güvenlik örgütü ekonomiyle, bu tür siber saldırılarla veya fikrî mülkiyet hırsızlığı ile niçin ilgileniyor?” diye bir soru akla gelebilir. Hâlbuki NATO Antlaşması’na baktığımız zaman bu antlaşmada hem bu bahsettiğimiz demokrasi, hukuk devleti ve insan hakları gibi değerlere atıflar vardır hem de liberal kapitalist düzenin devamına yönelik de bir yaklaşım vardır. Dolayısıyla NATO buradan hareketle ve Çin’in de böyle birkaç boyutlu tehlike olması münasebetiyle bir strateji belirlemiştir. Yine bu sene değişen 2022 Stratejik Konsepti’nde Çin’in aynen 2030 Raporu’nda olduğu gibi çıkarlara, değerlere ve güvene yönelik sistemik bir tehlike olduğundan bahsedilmiştir. Çok geniş kapsamlı, siyasi, ekonomik ve askerî araçlarla da küresel etkinliğini artırma isteği içinde olduğunu ve buna mutlaka engel olunması gerektiği ifade edilmiştir. Şimdi bu Tayvan krizi de bütün bu çizdiğimiz çerçevenin içine oturmaktadır. Çünkü ABD burada Pasifik merkezli bir atılım yapmıştır. AUKUS dediğimiz Avusturalya ve Birleşik Krallık yani İngiltere ile bir araya gelerek yeni bir oluşum gerçekleştirmiştir. Aynı zamanda 2007’de kurulmuş olan KUAT adıyla dörtlü yani kim bunlar? ABD; Avusturalya, Hindistan ve Japonya aslında gayri resmî bir güvenlik diyaloğu gerçekleştiriliyor. 2007’de hayata geçmiş olmasına rağmen bunu yeniden canlandırmış. Çin’i çevreleme stratejisini hayata geçirmiştir. Bu noktada da Tayvan son olarak attığı hem kendi özel iç politik ve dış politik yaklaşımı ABD’nin. Gerek NATO üzerinden kurguladığı yaklaşım gerekse de bu AUKUS ve KUAT üzerinden bölgeye yönelik yaklaşımında Tayvan’ı bir laboratuvar niteliğinde âdeta bütün bu teorik çerçevenin somut uygulaması olarak gerebiliriz. Tayvan krizinde mesela Pelosi’nin bu ziyareti gündeme geldiğinde mesela Biden bunu engellemeye yönelik herhangi bir girişimde bulunmamıştır. Yok saymıştır. Tabii orada sistemde yasama ve yürütmenin katı ayrılığının olmasının çok ciddi etkisi var. Yürütme olarak biz yasamaya müdahil değilizin bir göstergesi olarak da bu sunulmuştur. Burada tabii bu çekişmede yeni bir Soğuk Savaş olabilir mi Tayvan üzerinden ya da Soğuk Savaş’ta Batı Avrupa’nın ya da Berlin’in oynadığı rolün Tayvan oynayabilir mi ABD ile Çin arasında şeklinde birtakım yorumlar da yapıldı. Ama burada Çin’in dış politikaya yaklaşımında belli bir süreye kadar önümüzde 2040’lara kadar ABD ile sıcak bir çatışmaya girmeme gibi bir stratejisi var. Fakat Çin burada Tayvan meselesinde meseleyi biraz ağırdan aldı. Ama burada ABD’de de belki bu ziyaretle birlikte aynı Ukrayna örneğinde olduğu gibi Tayvan’ı feda ederek Rusya’yı Ukrayna’da şeytanlaştırdığı gibi burada da Çin’i şeytanlaştırmak, saldırgan bir imaj yaratmak ve bu oranda da uluslararası toplum nezdinde kendi stratejisini daha kolay hayata geçirmek. Barışçıl yöntemleri kendisinin tercih ettiğini ancak savaş ve çatışma şeklindeki yöntemleri ise batıda Rusya, güneyde de Çin’in hayata geçirdiğini göstermek bakımından bir laboratuvar ve bir deneme tahtasına bence çevirdi. Burada bence ABD’nin birincil stratejisi buydu. Öbür taraftan Çin’in de bu ziyareti engelleyememesi, yeterince etkin bir cevap verememesi ve bir tatbikatla yetinmesi de Çin’i aslında burada zor durumda bıraktı. Önümüzdeki süreçte ABD, Çin’in bu içine düştüğü zorluk ve sıcak çatışma istemiyor olmasını bir resmî bir doktrin olarak açıklamış olmasından dolayı zamanı ve yeri geldiğinde kaşımaya devam edecektir. Gerek Pasifik merkezli gerekse Tayvan özelinde. Bu da tabii ABD’nin Çin’i ötekileştirme, şeytanlaştırma, saldırganlaştırma stratejisinin bir sonucu. Tayvan krizi sırasında hatta daha önce bu AUKUS ortaya çıktığında Ukrayna Savaşı ortaya çıktığında şöyle analizler de yapıldı uluslararası stratejik araştırma merkezlerinde: “ABD eş zamanlı olarak hem Rusya ile hem Çin’le aynı anda başa çıkabilir mi bir silahlı mücadeleye girebilir mi?” diye. Fakat burada analistlerin bence yanıldığı nokta şu: ABD çok uzun biri zamandır ama en azından 21’inci yüzyılın tamamında 11 Eylül Saldırıları ve Körfez Savaşı’ndan sonra şöyle bir politika izliyor: Artık vekâlet savaşları onun birincil önceliği. Dolayısıyla nasıl ki Ukrayna –Rusya Savaşı’nda doğrudan müdahil olmayıp gerek Ukrayna’ya lojistik destek sağlayıp gerekse Avrupa Birliği’ne ve Avrupa’ya destek sağlayarak bir yöntem yürüttüyse burada da Çin’in bu temkinli, ihtiyatlı ve ürkek dış politikası sebebiyle belli bir döneme kadar burada Tayvan’ı aynı şekilde kullanarak bir vekâletler savaşını eğer çatışma çıkacaksa yürütmeyi tercih edebilir. Dolayısıyla ABD aynı anda hem Rusya ile hem de Çin’le çatışır mı doğal olarak süper güç de olsa aynı anda iki büyük süper güçle aynı anda çatışmayı tercih etmez. Nitekim bu kriz aynı zamanda Çin’le Rusya’yı biraz daha birbirine yakınlaştırmıştır. Yani bu AUKUS ve KUAT dörtlüsünün yeniden devreye girmesiyle birlikte zaten bu yakınlaşma söz konusuydu. Şankhay İş Birliği Örgütü 2001 yılından beri bunun alt yapısını da oluşturmuştu ama bu son Tayvan krizi, Rusya’nın hâlihazırda Ukrayna üzerinden Batı ile özellikle de ABD ile mücadelesi bu yakınlaşmayı sağlıyor. ABD bunun farkında ama aynı anda her iki büyük süper güçle silahlı sıcak bir çatışmaya girmeyi tercih etmeyecektir. Ama vekilleri ve taşeronları aracılığıyla âdeta bir laboratuvar niteliğinde gördüğü coğrafyalarda yine etkinliğini gösterecektir. Yani ABD burada vekâlet savaşlarını artık paramiliter veya terör örgütleri aracılığıyla değil burada açıkça başka devletler aracılığıyla yürütmektedir. Vekâlet savaşları deniliyor çünkü akla daha çok gayrimeşru veya hukuki kişiliği olmayan organizasyonlar geliyor uluslararası ilişkilerde. ABD ise bu son iki örnekte iki meşru devlet üzerinden bunu yapmaktadır. Hatta Çin’e karşı taahhütlerini ihlal etmek bahasına çünkü ABD Tayvan’la kültürel ve ticari ilişkiler kuracağını taahhüt etmiş bir devlettir geçmişte. Fakat ilk defa bu ziyaretle birlikte siyasi ilişkiler kurarak da Çin’e karşı bu taahhütlerini de artık göz ardı etmiş oluyor Çin’in bu tehdit olarak algılanması sebebiyle.