“ILDIZLARA VARMA KOŞUSU”NUN LİDERLİĞİNDE 25 YIL

22 Ağustos 2022 16:32
Okunma
191
“ILDIZLARA VARMA KOŞUSU”NUN LİDERLİĞİNDE 25 YIL

“ILDIZLARA VARMA KOŞUSU”NUN LİDERLİĞİNDE 25 YIL
Dr. Bahadır Bumin Özarslan
9 Temmuz 2022, Kurban Bayramı’nın ilk günüydü. Gelenekselleştiği üzere, Liderimiz Devlet Bahçeli, bayramın ilk günü Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı’nda kahvaltı yaptı. Ülkü Ocakları Genel Başkanımız ve Genel Merkez yöneticilerimiz ile yapılan bu kahvaltıda, Liderimize bir harita takdim edildi. Söz konusu harita, Misak-ı Millî çerçevesinde Türkiye’nin Adalar (Ege) Denizi’ndeki deniz yetki alanlarını gösteren bir haritaydı. Bir başka deyişle Türkiye’nin Adalar Denizi’ndeki deniz ülkesini ve deniz yetki alanlarını yani “Mavi Vatanı”nı göstermekteydi. Bir anda gündem olan bu harita, hızlıca sosyal medyada yayıldı. Gerek iç kamuoyunda gerekse uluslararası kamuoyunda ve pek çok değişik zeminde de kendine yer buldu. Hatta bu harita, devletler düzeyinde muhatap buldu ki bunlar içinde en dikkat çekenlerden biri de Yunanistan’dı. Yunanistan Başbakanı Miçotakis, harita ile ilgili sosyal medya hesabından bir paylaşım yaptı. Yaptığı paylaşımda işaret ettiği hususların herhangi bir ciddiyeti ve kıymeti olmadığı için üzerinde durmaya gerek olmasa da Mitçotakis’in saklayamadığı bir husus vardı ki o da harita üzerinden bilinçaltının ortaya çıkmasıydı. Miçotakis, Batı’nın süregelen “Türk meselesi/endişesi”ni bir kez daha açık etmişti.
Bilindiği üzere Batı dünyası, Avrupa Hunlarından ve özellikle Attila’dan itibaren Türkleri hep hatırlamaktadır. Osmanlı ile birlikte de Türk’ü, kalıcı olarak hafızasına kazımıştır. Buna ilişkin örnekler çokça verilebilir ama pek bilinmeyen iki örnek, oldukça çarpıcıdır. İlki, Viyana Belediyesi’nin istihdam ettiği bir işçiyle ilgilidir. Viyana Belediyesi, 19. yüzyıla kadar bir kişiyi, Viyana Kalesi’nin en yüksek burcundan, Osmanlı topraklarını gözetlemekle görevlendirmiştir. Tek yaptığı iş, “Türk topraklarından gelen bir ordu var mıdır?” ona bakmaktır. 2. Viyana Kuşatması’nın 1683 yılında olduğu hatırlanacak olursa bu olay, üçüncü bir kuşatmanın Batılılar tarafından uzunca bir süre beklendiğini göstermektedir. İkinci örnek ise 1699 yılında Karlofça Antlaşması’nın imzalandığı yerle ilgilidir. Osmanlı Devleti’nin Batılılar karşısında ilk toprak kaybettiği metin olarak bilinen bu antlaşma, bir çadırda imzalanmıştır. 1800’lü yılların başında buraya, çadırın görünüşüne uygun bir kilise inşa edilmiş ve bu kiliseye dört adet kapı yapılmıştır. Bu kapılardan üçü açıktır ancak biri örülmüştür. Örülen bu kapı, doğu yönündeki kapıdır ve antlaşmayı imzalamakla görevli Osmanlı yetkilileri, bu yönden çadıra girmiştir. Türkler bir daha bu kapıdan girmesin diye de o kapı, 200 yılı aşkın bir süredir örülü vaziyettedir .
Batı’nın bilinçaltında yatan ve Liderimize takdim edilen harita ile bir kez daha açığa çıkan “Türk meselesi/endişesi” temelde, “Türk Cihan Hâkimiyeti Ülküsü”ne işaret etmektedir. Kadim Türk devlet geleneğinin önemli bir yanını teşkil eden bu ülkü, Türklerin Batı ile ilişki tesis etmesinden sonra Batı’nın emperyal hedeflerinden farkını ortaya koymuş ve temelde, sömürgeci” bir anlayışı yerleştirmeyi değil yeryüzüne adil bir uluslararası toplum düzeni kurmayı (Nizam-ı Âlem Ülküsü) amaçlamaktadır.
Bilindiği üzere, Batı medeniyeti ile giriştiğimiz mücadelede özellikle son 200 yıl, ağırlıklı olarak Batı lehine gelişmiştir. Ancak bu süre boyunca da Batı, hiçbir zaman Türk’ü hafife almamış ve her durumda, Türk’ün potansiyelini dikkate almıştır. Batı’nın bu yaklaşımında farkında olduğu husus, “Türk bilinçaltı”dır. Söz konusu bilinçaltını yansıtan pek çok çalışma bulunmakla birlikte, sadeliği ve herkesin anlayabileceği bir ifade tarzı sebebiyle “Osmancık” romanı oldukça güzel bir örnek teşkil etmektedir. Büyük Türk yazarı Tarık Buğra tarafından kaleme alınan ve Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarını anlatan bu roman, ilk Osmanlı Sultanı Osman Gazi’in hayatını anlatmaktadır. Bu romanın en önemli özelliği, Osman Bey’in şahsında, Osmanlı’nın kuruluş felsefesini ortaya koymasıdır. Osmancık’ın nasıl önce Osman Bey, sonra da Osman Gazi Han olduğunu, dolayısıyla Kayı’nın da nasıl bir Dünya devine dönüştüğünü ve bu dönüşümün maddî ve manevî temellerini anlatan kitaptaki bazı sahneler, büyük düşünmeye yol açan harcı da gün ışığına çıkarmaktadır. Yaşının gençliği ve toyluğuyla hayatını devam ettiren Osmancık, ondaki potansiyeli fark eden ve sonradan kayınpederi olacak Şeyh Ede Balı tarafından, farkında olmadan adeta bir eğitim sürecinden geç(iril)miştir. İşte bu sürece ait bir sahne:
“… Aşağıda, gecenin dipsizleştirdiği uçurum, karşıda el değmemiş hülyâlara açık bir sınırsızlık. Temmuz yıldızları ufku sınırsızlaştırmış.
Osman ufka dalıp gitmiştir.
- “Hey, Osmancık; neler düşünüyorsun?”
Ede Balı’dır bu.
Osman gülümsüyor… Mahsundur gülümseyişi, çünkü Osman hiçbir şey düşünmemektedir. Ve birden bire, bir şeyler, çok önemli ve çok güzel bir şeyler düşünmüş olmayı arzuluyor; ona ve kendisine, anlatmak için!
İçi elvermiyor, “hiç” demeye;
-“Dünya ne kadar büyük” diyor.
Ve, Amuderya’yı Söğüt’e bağlayan, kızları erginleştiren, analaştıran yolu düşündüğünü söylüyor.
-“Bir o kadar da Amuderya doğusu, Söğüt batısı” diye ekledikten sonra pekiştiriyor:
-“Dünya çok büyük.”
Ede Balı da kayaya çıkmış, onun omuz başındaki bir oyuğa oturmuştur. Sesi yumuşacıktır, sesi şefkatle gülümsemektedir:
-“Dünya’yı bize büyük gösteren bizim küçüklüğümüz oğul. Hırsımız, sabırsızlığımız, bencilliğimiz. Önce bu yüzden küçülüyor, sonra da Dünya’yı çok büyük görüyoruz.”
Osman başını kaldırıyor. Bu sözlere inanmadığı, yıldızların aydınlığında bile bellidir; Ede Balı’nın yumuşacık, hoşgören gülümseyişi de öyle:
-“Bak” diyor; “Gökyüzüne bak. Yıldızlar. Say onları. Sayamazsın değil mi? Hey, Osmancık, gökte şu gördüklerinin yüz katı, bin katı daha varmış. Çok büyük dediğin Dünya’da şu gördüklerinin en en küçüğünün yanında tırnak ucu kadar bile kalmazmış.”
Osman şaşırıyor. Aklı yatmıyor. Bir Ede Balı’ya, bir gökyüzüne bakıyor. Sonunda, onun, başta babası, herkesçe övülen bilginliğine ve kişiliğine karşı duyduğu saygı ağır basıyor; inanıyor; Dünya’yı, bu yeni bilgisine göre anlamaya çalışıyor. Fakat sonuç değişmiyor:
Amuderya ile Söğüt arasına doğumlar, ölümler, mevsimler sığdıktan sonra, Dünya yıldızlara göre tırnak ucundan da küçük olsa ne?
Başını inatçı inatçı sallıyor:
-“Dünya çok büyük.”
Ede Balı’nın gülümseyişi, aynı sevgi ve hoşgörü ile hep sesindedir:
-“Anlamadın” diyor.
Anlatıyor da… Yorulmadan ve Osman’ınkini bastıran bir inatla… Kimi sözleri, ayrı ayrı yapılarla tekrarlıya tekrarlıya:
Doğru, Dünya büyüktür… Çok, çok büyüktür; hattâ Osman’ın kurabildiğinden de çok büyüktür. Fakat bir ömür için, tek insan içindir bu büyüklük. Bir soy için değil; bir soyun benimseyeceği, bir soya benimsetilecek bir amaç, bir ülkü için değil!
Ve, Dünya’nın böyle amaçlara, böyle ülkülere açık olduğu, böyle amaçlar ve ülküler için küçüldüğü dönemler vardır.
Ve, Dünya böyle bir dönemdedir.
Ve, Dünya öyle bir soy, öyle bir ülkü beklemektedir.
Ve, Dünya’ya tekliğinden arınmış, soyu ve ülküsü ile özdeşleşmiş, soyunu ülkü ile özdeşleştirmiş biri gerektir.
Ede Balı, sanki, ruh olup uçmuştur; sanki, artık o yanı başında değildir; var olan, sadece, bir sestir; sesleşen bir gönüldür ve o da Osman’ın beynindedir.
İnsan tek olmadığını anlamamış, anlayamamışsa ve anlayamıyorsa, Dünya, gerçekten de çok, çok büyüktür; çünkü insan, zamana ve mekâna göre çok, çok küçüktür ha var, ha yoktur.
Ve, öyle insanlar umutsuzdur, umutsuzluk delisidir; güçlerini, kuvvetlerini, yeteneklerini, bahtlarını har vurup harman savurur.
Ve, öyle insanlar, yatsıda doğar, sabah ezanı okunmadan şafak sökmeden ölür.
Sözün tam burasında, ses Osman’dan ayrılıyor, yeniden Ede Balı oluyor: Ede Balı Osman’ı uyandırmaya, uyarmaya koyuluyor:
-“Öyle insanlar için, Dünya, elbet, akla sığmayacak kadar büyüktür ve… daha öteleri ko bir yana… Bursa’yı bile geç, Karaca Hisar dâhi, öyle insanlar için, şu gördüğün yıldızların en yakınından da uzaktır.”
Ama Osman henüz uyanmamış ve ne değişmiş, ne de kendisi olabilmiştir. Bunun olması için sesin tam Ede Balı olması ve dalgınlık sisinin gözlerinden çekilip Ede Balı’yı görmesi gerekmektedir. Yapıyor Ede Balı bunu:
-“Sen onlardansın.” …”
Bu konuşmalardan sonra zamanla Osmancık kendine gelmeye başlar ve Ede Balı’nın sözlerini sorgular. Sorguladıkça da derine dalar ve içinde var olan korun üstündeki külleri üflemeye başlar. Üfledikçe kor belirginleşir. Belirginleştikçe Osmancık, Osman Bey olma yolunda ilerlemeye başlar. En sonunda, “Her şey aslına rücu eder.” kuralı işler ve Osmancık, sırra vakıf olduğunu fark ederek Ede Balı’nın karşısına dikilir:
“… Ve bir yutkunmadan sonra, utancından sıyrılabildi:
-“O dediklerini çok düşündüm. Düşüne düşüne de, ırak nedir, yakın nedir bildim. Bursa ırak değildir, bildim. En ırakları yakın edecek nedir, bildim.”
Sustu.
Bu sefer bekleyen Ede Balı idi.
Bu sefer de Osman yeteri kadar bekleten oldu:
-“Ben, Ede Balı, ıldızlara varacak gidecek yolu bildim. Ben, Ede Balı, o yolu açmak için ne gerektiğini bildim…”
Osmanlı’yı, 300 yıldan fazla Dünya’nın hâkimi yapan ruh, yukarıda Tarık Buğra’dan alıntıladığımız satırlarda gizlidir. Uzakları yakın eden, ulaşılamaz sanılanı ulaşılır kılan, öncelikle hayal etmek ve büyük düşünmek; daha sonra da bu uğurda gayret göstermektir. Nitekim Osman Bey’in vasiyeti, tam da bu ruha uygundur: Bursa’ya defnedilmek. Bu adeta, kendisinden sonra gelen bütün torunlarına bir mirastır. Bu miras, anlaşıldığı ölçüde Osmanlı’ya güç vermiş, unutulmaya yüz tuttuğu andan itibaren de Osmanlı, sihrini kaybetmiştir. Bu ruh aynı zamanda, Batılılara, günümüzde bile devam eden ve her vesileyle açığa çıkan müthiş bir “Türk endişesi” yaşatmıştır. Türk tarihine bakıldığında da “ıldızlara varacak yolu bilmek ve açmak için” gereken düşünce yapısı canlandıkça Türk’ün devleti yükselmiş, aksi durumda ise hem cismen hem de manen küçülmüştür. İşte, Ülkücü Hareket’in çıkış noktası ve yegâne siyasî müessesesi olan MHP’nin kuruluşu da “ıldızlara varacak yolu bilmek ve açmak için”dir. Başbuğumuz Alparslan Türkeş’in açtığı ve Liderimiz Devlet Bahçeli’nin kararlı bir şekilde yürüdüğü “ıldızlara varacak yol”, Batı için her zaman endişe kaynağı ve hep bir tedirginlik gerekçesidir. Ülkücü Hareket’e ve MHP’ye yönelik türlü türlü tezviratın, yaftalamanın, iftiranın en önemli sebeplerinden biri, tam da budur.
Liderimiz Devlet Bahçeli’nin, “ıldızlara varacak yol”u yürüme ve Türk Milleti’nin de bu yolda yürümesi isteği, ilk gençlik yıllarına kadar uzanmaktadır. 1987’den itibaren resmen başlayan siyaset mücadelesinde de değişik vesilelerle bunu hep gündeme getirmiştir. Bunlar içinde en dikkat çekenlerinden birisi de 18 Mayıs 1997 tarihinde, MHP 5. Olağanüstü Kongresi’nde yaptığı, Genel Başkan adaylığı konuşmasındaki ifadeleridir. Başbuğumuz Alparslan Türkeş’in ölümünden sonra toplanan ve Genel Başkan seçimi gündemiyle yapılan bu kongrede yaptığı konuşmadaki şu ifadeler, çok dikkat çekicidir:
“… Türkiye’miz son yıllarda tarihinin en zor dönemecinden geçiyor. Dünya yeniden kurulurken, bugün Türkiye’ye biçilen rol hiç de iç açıcı değildir.
Hepimizin yakından bildiği gibi, Türkiye’nin kaderi pek çok milletlerarası zeminde tartışma konusu yapılmaktadır.
Diğer taraftan, Balkanlar kaynıyor. Kafkaslar kaynıyor. Ortadoğu barut fıçısı gibi! Kısaca, Türkiye bir ateş çemberinin tam ortasında…
İşte Büyük Kongremiz, böyle kritik bir dönemde toplanıyor. Bu sebeple, Büyük Kongremizde, sadece Genel Başkan seçmek için değil, Türkiye’mizin ve partimizin birliği ve geleceği için milliyetçi-ülkücü iradenizi kullanacaksınız.
Çünkü, Türkiye’nin geleceği ve birliği ile Partimizin geleceği ve birliği arasında doğrudan bir ilişki vardır.
Türkiyemiz, giderek ciddi bir bunalıma doğru sürüklenmektedir. Türkiye’nin istikrarını istemeyenler ve buna göz yumanlar, MHP’nin bir an önce parçalanmasını, MHP’nin yok olmasını bekliyorlar.
Türk Milliyetçileri ve ülkücüler, bu oyunu bozmalıdır, bozacaklardır da…
Çünkü, Milliyetçi Hareket Partisi Türkiye’nin sigortasıdır, çimentosudur.
Dünya Türklüğünün ümidi, Türk-İslam Dünyası’nın geleceğidir.
Milliyetçi Hareket Partisi Osmanlı ile Cumhuriyet arasında bir köprüdür. İslamla Türklük arasında bir köprüdür.
Kim ne derse desin, MHP geçmişle gelecek arasında bir köprüdür.
Türk Milliyetçileri bu tarihi sorumluluklarının şuurunda olmalıdır.
Bunun için değerli dava arkadaşlarım, bugün tarihî bir görevle karşı karşıya bulunmaktasınız. Çünkü, bugün, sadece MHP’nin kaderini değil, aynı zamanda Türkiye’nin de kaderini oylayacaksınız. İşte partimizin Genel Başkanlığı seçimi, bu sebeple büyük önem taşımaktadır.”  
18 Mayıs 1997 günü verilen bu mesaj, 6 Temmuz 1997’den itibaren başlayan Genel Başkanlık süreciyle birlikte yeni bir aşamaya geçmiş ve Başbuğumuzun başlattığı “ıldızlara varacak yol”a doğru yapılan koşu, kaldığı yerden devam etmiştir. 25 yılın sonunda geldiğimiz noktada, bu koşuyu Türkiye’de yeterince anlayamayan pek çok grup vardır ama her zamanki gibi Batılılar, yukarıda işaret ettiğimiz tarihî bilinçaltlarının bir sonucu olarak bahsi geçen koşuyu çok iyi idrak etmişlerdir. Nitekim son dönemde yapılan bazı çalışmalarda, Liderimiz için kullanılan “oyun kurucu, yön verici, belirleyici” anlamlarına gelen “kingmaker” tabiri, bunun en açık göstergelerinden biridir . Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı tarafından hazırlanan haritayla birlikte Batı’da oluşan gündem de Batı’nın bu yöndeki farkındalığının son örneğidir.  
Başbuğumuzun kadim Türk tarihinden hareketle siyaset sahnesine taşıdığı “ıldızlara varma ülküsü”, değişik şekillerde nitelendirilebilir. Koşu örneğinden bir benzetme yapacak olursak “ıldızlara varma ülküsü”, “100 metre koşusu” değil bir maratondur. Kimine uzun, kimine bitmez, kimine imkânsız bile gelebilir ama Tarık Buğra’nın Ede Balı’ya söylettiği gibi “Dünyayı büyük gören, yatsıda doğup sabah ezanı okunmadan ölenler” içindir bütün bu karamsarlıklar. Oysa yine Tarık Buğra’nın dediği gibi “soyu ve ülküsü ile özdeşleşmiş, soyunu ülkü ile özdeşleştirmiş olanlar” için ise Dünya küçüktür. Liderimiz Devlet Bahçeli açısından baktığımızda da ilk gençlik yıllarından itibaren başlayan ve son 25 yılda bir Lider olarak devam eden koşunun özeti, “Dünya’nın küçülmesi, soy ve ülkü ile özdeşleşme, soyu ülkü ile özdeşleştirme” yani “ıldızlara varma ülküsü” yolunda bir hayattır.