Prof. Dr. Abdurrahman Küçük'le "Asrın Kızılelma'sı: Türk Birliği" Üzerine METE HAN’DAN BAHÇELİ’YE KADAR UZANAN TÜRK BİRLİĞİ ÜLKÜSÜ

22 Aralık 2021 10:38
Okunma
203
Prof. Dr. Abdurrahman Küçükle Asrın Kızılelması: Türk Birliği Üzerine METE HANDAN BAHÇELİYE KADAR UZANAN TÜRK BİRLİĞİ ÜLKÜSÜ

Prof. Dr. Abdurrahman Küçük'le "Asrın Kızılelma'sı: Türk Birliği" Üzerine
METE HAN’DAN BAHÇELİ’YE KADAR UZANAN TÜRK BİRLİĞİ ÜLKÜSÜ
Evin GÖKTAŞ
Prof. Dr. Abdurrahman Küçük; bugün 7 buçuk milyar olduğu tahmin edilen dünya nüfusu içerisinde 500 – 600 milyon Türk’ün bulunduğunu belirterek, “Bunların kökü ve kökeni bir ama o közün üzeri küllerle kaplıdır. Dünyanın en az dört kıtasında varlık gösteren ve söz sahibi olan Türklere ulaşmak için küllerin üflenmesi; küllerin altındaki ‘Türk közünü/cevherini’ ortaya çıkarmaya yetecektir. Benim de amacım bu külleri üflemek, Türk özünü/cevherini ortaya çıkarmak, Türkiye merkezli bir Türk Birliği’nin oluşumuna katkı sunmak. Dünyadaki tüm Türkleri, Türkiye merkezli ‘Türk Birliği şemsiyesi’ altında buluşturmak gerekli olmuştur.” dedi.
Küçük, 24 Kasım 2016 tarihinde Avrupa Parlamentosunun aldığı karar üzerine MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, 29 Kasım 2016 tarihindeki Grup konuşmasında, “Türk’üz, Türkçüyüz, Turan’ın sevda ve hedefindeyiz. Ne Avrupa Birliği ne Şangay İş Birliği, biz diyoruz ki sonuna kadar Türk Birliği…” şeklindeki sözlerini hatırlatarak, "Devlet Bey, 'Ne Avrupa Birliği ne Şangay 5'lisi. Sonuna kadar Türk Birliği.' dedi. Bu; Türk milliyetçilerinin temel felsefesi ve ülküsü niçin olmasın? Devlet Bey’in bu ifadeleri üzerine Türk Birliği hem Türkiye’nin hem Türk dünyasının hem de dünyanın gündemine girmiştir." diye konuştu.
Akademisyen, Dinler Tarihi Profesörü, Yazar, Eski MHP Genel Sekreteri, Eski Ankara Milletvekili ve Eski Türkiye Dinler Tarihi Derneği Başkanı Küçük, uzun süredir üzerinde çalıştığı “Asrın Kızılelması: TÜRK BİRLİĞİ” isimli eserini niçin kaleme aldığını dergimize anlatırken, çarpıcı değerlendirmelerde bulundu.
Eserinin bir deneme niteliğinde olduğunu ifade eden Prof. Dr. Abdurrahman Küçük; “Kitap, tenkitlere ve tekliflere göre geliştirilip yenilenebilecektir. Bunun için herkesin görüşüne, önerisine, teklifine ve tenkidine ihtiyaç duyulmaktadır. Teklifleriyle ve tenkitleriyle kitabın sonraki baskılarına katkıda bulunacakların cümlesine, kitabın oluşmasında ve basılmasında emeği geçen herkese teşekkürlerimi sunuyorum. Kitabın amaca hizmet etmesi; yüce Tanrı’dan en samimi niyazımdır ve hayırlara vesile olması canı gönülden dileğimdir.” ifadesine yer verdi.
Küçük; 450 sayfa civarındaki eserinin "Ön Söz"ünde, bugün dünyanın değişik kıtalarında, farklı ülkelerinde ve farklı bölgelerinde bulunan Türklerin niçin birlik oluşturması gerektiğini belirterek, "Türkiye’nin 50–60 yıldır Avrupa Birliği’ne dâhil olmak istemesine rağmen alınmaması ve en son 24 Kasım 2016 tarihinde Avrupa Parlamentosunda müzakerelerin durdurulması sebebiyle Türk Birliği zaruri hâle gelmiştir." tespitinde bulundu.
Ön Söz’de, Türklerin bugün dünyada yalnızlaştırılmak istendiğini vurgulayan Küçük, şunları kaydetti:
“Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne alınmaması, Şenghay Birliği’ne dâhil edilmemesi, 1970’li yıllardan bu tarafa Türklere yönelik ortaya çıkan ASALA, PKK, IŞİD ve türevleri terör örgütlerini destekleyen bazı Avrupa ülkeleriyle son dönemlerde yaşanan olumsuzluklar ve Türklerin dünyada yalnızlaştırılmak istenmesi; dünyada 500-600 milyon olarak hesapladığımız Türklerin ‘Niçin dünyanın en güçlü birliğini oluşturmasın?’ şeklinde bir soru sormamıza kapı açmaktadır. Türk Birliği fikrinin, 2016 yılında, Türkiye Cumhuriyeti Devleti yetkilileri tarafından gündeme getirilmesi, bundan önce ve zaman zaman bazı Türk Cumhuriyeti devletlerinin yetkililerince dillendirilmesi, Türk bilim ve fikir adamlarınca yüzyıllar önce formülleştirilmesi; bu ülkünün 21'inci yüzyılda uygulamaya konulmasını zaruri kılmaktadır. En az on bin yıllık geçmişiyle Türkler, dünyanın en eski medeniyetine sahiptir. Türk tarihi ve Türk medeniyeti; Çin’den Uzak Doğu’ya, Orta Asya’dan Avrupa ortalarına kadar uzayan ve Avrasya olarak adlandırılan geniş bir coğrafi alanda gelişen bir tarihtir bir medeniyettir. Zaten Avrasya tarihi söz konusu edildiğinde akla gelen, Türklük tarihidir. Mazinin değişik sebeplerle ayrı coğrafyalarda ayrı yönetimler altında bırakmış olmasına rağmen töresi, gelenekleri ve görenekleri, kültürü, davası aynı olan Türk soylu insanların en azından ortak bir ülkü etrafında, fikirde, işte/ekonomide, savunmada, aynı kültür ortamında ve ‘Türk Birliği şemsiyesi’ altında buluşturmak gerekli olmuştur. Çünkü artık değişik devletlerin ve milletlerin içinde yaşayan, aynı köke ve kültüre ait olan insanların asgari müştereklerde bir araya gelmesine dair dünyada örnekler olduğuna göre Türklerin de bunu gerçekleştirmeye herkesten çok hak sahibi olduğu bir realitedir. Bu hak sahipliği hem nüfus bakımından hem ortak paydaların çokluğu bakımından hem en eski medeniyete sahip olması bakımından hem geçmişteki adil ve hoşgörülü yönetimi sayesinden hem de hak ettiği bakımından hakkı olmalıdır. Demokrasi ortamı içinde, dili, dini, bölgesi, milleti ne olursa olsun tarihin, geçmişin olaylarının ve zaruretinin böldüğü, değişik coğrafyalara savurduğu 500-600 milyonluk nüfusuyla dünyanın en kalabalık topluluğunu oluşturan Türk soylularının, Türk kültürlü topluluklarının birlik oluşturmasına büyük ihtiyaç vardır.”
METE HAN’DAN, ATATÜRK, ATSIZ, TÜRKEŞ VE BAHÇELİ’YE KADAR UZANAN TÜRK BİRLİĞİ ÜLKÜSÜ
Prof. Dr. Abdurrahman Küçük, Türk Birliği fikri ile ilgili görüşlerini aktarmaya şöyle devam etti:
“Mete Han’la başlayan, Atilla ile berraklaşan, Bilge Kağan ve Orhun Anıtları ile belgeleşen, Selçuklular ile mesafe alan, Osmanlılarla uygulamaya konulan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile ‘Kızılelma/ülkü’olarak kayıtlara giren ve günümüzde dünyadaki gelişmelerin oluşturduğu şartlar çerçevesinde dünyanın gündemine taşınan Türk Birliği; geçmişten beri Türk milliyetçiliğinin ve Türk milliyetçilerinin hedefleri/ülküleri arasında olmuştur. Orhun Abideleri’ndeki ifadelerin Divanü Lügati’t- Türk’te ‘Tanrı’nın ordusu’ hüviyetine kavuşan, İsmail Gaspıralı ve Yusuf Akçura ile edebî nitelik kazanan, Ziya Gökalp ile sosyal/sosyolojik bir mesele hâline gelen, Atatürk ile kurumlaşan ve ülküleşen, Nihâl Atsız’ın ‘Bütün Türkler bir ordu; Katılmayan kaçaktır…’ ifadeleriyle teşvik edilen, Alparslan Türkeş ile son yüzyıl siyasetinin gündemine taşınan ve ayağa kaldırılan Türk Birliği; 21'inci yüzyılda projelerle ve çalışmalarla uygulamaya geçirilmeyi, gerçekleştirilmeyi beklemektedir. Atatürk’ün de Alparslan Türkeş’in de Türk dünyası ve Türk Birliği’ne yönelik düşünceleri, öngörüleri olmuştur. Türk Birliği; Alparslan Türkeş’in de ülküsüydü. Ancak Türkeş, bu ülküyü gerçekleştirmekte acele etmemek, uygun ortamı kollamak gerektiğini vurgulamış ve ‘Türk Birliği de sistemli çalışmak, fırsat kollamak ve her şeyden önce Türkiye’yi korumak ve yükseltmeğe çalışmak suretiyle bir gün elbet hakikat olacaktır.’ öngörüsünde bulunmuştu.”
Küçük, 24 Kasım 2016 tarihinde Avrupa Parlamentosunun aldığı karar üzerine MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, 29 Kasım 2016 tarihinde Mecliste yaptığı Grup konuşmasında, "Türk’üz, Türkçüyüz, Turan’ın sevda ve hedefindeyiz. Ne Avrupa Birliği ne Şangay İş Birliği, biz diyoruz ki sonuna kadar Türk Birliği…” şeklindeki sözlerini hatırlatarak, şunları ekledi:
"Devlet Bey’in bu ifadeleri üzerine Türk Birliği hem Türkiye’nin hem Türk dünyasının hem de dünyanın gündemine girmiştir. Kitapta üzerinde durduğumuz bu Türk Birliği önerisi, bir ülküdür; bazılarına göre olmaz gibi görünebilir, hayal mahsulü farz edilebilir fakat gerçekleştirilen her şeyin, bir hayal ürünü olduğu unutulmamalıdır. Bundan dolayı bana göre Türk Birliği, bir ülküdür ve asrın ‘Kızılelma’sıdır. Günümüzde de ‘Kızılelma’ya ihtiyaç vardır. Bu da; Türk Birliği’dir. Bu ülkü tutarsa dünyanın şekli de geleceği de değişecektir; dünyaya barış, huzur, adalet ve hoşgörü hâkim olacaktır.”
BUGÜN DÜNYADA İNSANLAR "YOK MU BİR KURTARACAK?" ÖZLEMİ İÇERİSİNDEDİR
Din, tarih ve kültürle ilgili yazdığı kitapların Türkiye’de bir ilk olabileceğini hatırlatan Küçük, “Belki dünyada benzerleri var ama Türkiye’de ilk diyebilirim. Çünkü bir yanı din ve tarih, diğer yanı ülkü ve kültür. Bu iki ayağı oturtabilmek için önce din gerçeğini iyi bilmek lazım.” dedi. Türkiye’de çok değerli tarihçilerin bulunduğunu hatırlatan Küçük, şunları ifade etti:
“Türkiye’nin yetiştirdiği Türk tarihi, dünya tarihi ve inkılap tarihi alanında çok iyi yetişmiş arkadaşlarımız var. Ben çoğunu tanıyorum. Ama geçmişte de günümüzde de tarihçilerimiz din konusu olunca biraz daha mütereddit davranıyorlar. 'Acaba dine aykırı bir şey der miyiz?' diye. Çünkü genelde bahsettiğim tarihçi arkadaşlarımız milliyetçi ve muhafazakâr, gerçek anlamda dindar, dini siyaset ve reklam malzemesi yapmayan samimî akademisyenlerdir. Benim şansım çalışma alanımın bir ayağı tarih, öbür tarafı kültür ve din konusunda olmasıdır. Çalışma alanım dinler tarihi olduğu için az çok dünyadaki bütün dinlerle ilgili bilgim vardır. Dinin özü ve geldiği toplumlar veya din olarak ortaya çıkan teorilerin hedefinin ne olduğunu bildiğim için biraz daha rahat hareket edebiliyorum. Bu da dinin özünü kavramakla ilgili olmalıdır. Çünkü dinlerin genelde özü, muhatap aldığı kitlenin 'Adam gibi adam olmasını sağlamaktır.' Böyle olunca bu konulara, biraz daha rahat bakabilmeye çalışıyorum. Dinin amacı ve uygulamadaki yeri nedir? Bunun değerlendirmesini yapıyorum. Bilmeden eksikler olabilir, yanlışlar olabilir. O sebepten dolayı dini bir kefeye koyduğumda öbür tarafta dinle, kültürle, geçmişle, tarihle bütünleşen kültürü koymak istiyorum. Tüm bunları dikkate aldığımızda olayları yaşandığı dönemin şartları içerisinde değerlendirmek gerektiğine inanarak başlıyorum. Bu dönemde dünyada yaşanan olayları görüyoruz. Dünyada insanlar 'Yok mu kurtaracak?' özlemi içerisindedir. Bu sadece İslam ve Türk dünyasında değil, bütün dünyada bunlar yaşanıyor. Adil, hoşgörülü, insanlara güven verecek bir idare tarzı ve bir yönetici kitle arıyor. Bunu belki ilk defa Ömer Seyfettin, 'Mehdi hikâyesi'nde kullanmıştır. Ömer Seyfettin bu hikâyede, bir hocanın ağzından mehdinin gerçek değil hayal olduğunu ve  'Kur’an'da bir mehdi yoktur, fakat birçok hadiler olacaktır.’ dediğini kaydediyor. Her milletin kendi hadisi, yani kurtarıcısı olacaktır. O; eğer bir hadi aranacaksa herkes kendi içinde aramalı ama dünyada da Türkleri göz ardı etmemelidir.' diyor. Çünkü Ömer Seyfettin, Türk olsun olmasın bütün insanlığın imdadına yetişip onları kurtaracak olanların da dünyadaki zulmün son bulmasını sağlayacak olanın da Türkler olduğuna ve bu kurtuluşu sağlayacak Türkleri de 'mehdi' olarak görüyor. Bunu özet olarak ve mealen söylüyorum. Zaten, insanlık hep dara düştüğünde, zulme uğradığında, haksızlığa muhatap olduğunda bir kurtarıcı bekler olmuştur. Yeryüzünde var olan bütün dinlerde benzeri 'hadiler' değişik isimler altında yaşatılmıştır. Ümitsizlik dünyasının 'kurtarıcısı' gibi sunulan ve hayal dünyasının bir ürünü gibi ortaya çıkan bu 'hadiler', Mesih ve mehdi şeklinde kendini göstermiştir. Ben, Yahudilikte, Hristiyanlıkta ve İslam'da Mesih ve mehdi anlayışını, Dönmeler/Sabatayistler Tarihi isimli kitabımda bir bölüm olarak ele almıştım.”
BİR KURTARICI BEKLENİYORSA BU ANCAK TÜRKLER BİRLİĞİ İLE MÜMKÜN OLABİLİR
Prof. Dr. Abdurrahman Küçük, İslami bazı anlayışlarda ve inanışlarda “mehdi” ile ilgili önemli bir yerinin olduğunu hatırlatarak, mehdi konusundaki görüşlerini şöyle anlattı:
“Mehdiye herkes değişik bir anlam yüklemiş. Bu Kur’an’da yok. ‘Sahihan’ dediğimiz İmam Buhari’de de İmam Müslim’de de yok. Daha sonra bazı cemaat, tarikat ve mezhepler arasında sanki imanın esasları arasında varmış gibi yaşamıştır. Yahudilik ve Hristiyanlıktaki ‘Mesih anlayışı’nın Müslümanlar arasına farklı şekilde yansıması olarak girdiği anlaşılmaktadır. Hâlbuki Kur’an muhtevası içerisinde meseleye baktığımızda bunu insanların kendi bilgisine, birikimine; önderlerine genellediğiniz zaman da adaletle hükmedecek ehliyetli insanlara atfediliyor. Onun için ben, ilgisi dolayısıyla bazı kitaplarımda/yayınlarımda ve bazı vesilelerle bu konuya temas ettiğim oldu. Kur’an’da yönetim sistemi ile ilgili açık ve net herhangi bir hüküm yok. Ama şöyle üç tane temel ilke var: İstişare, adalet ve ehliyet. Bu ilkeler de Kur’an’da mealen şöyle yer alıyor:  'Onlar işlerini istişare ile hallederler, adaletle hükmederler, emaneti de ehline verirler.' İstişare, adalet ve ehliyet birbiriyle ve arzu edilen yönetimle ilgili ilkelerdir. Ehliyet olunca kim olursa olsun inancı, dini, milliyeti önemli değil. Bunun için dünya, 'Yok mu kurtaracak?' noktasına geldi. Bu, bana şu çağrışımı yaptı: Geçmişte olanın günümüzde olmaması için hiçbir sebep yok. Geçmişte bütün değişik dinlerden, değişik ırklardan, değişik kültürlerden insanlara hükmettiği zaman adaletle hükmeden, emanete önem veren, ehliyeti ortaya çıkaran Türk milletinin yönetimi olmuştur. O dönemde 'Nil kenarında kurt kuzuyu yerse onun hesabını Türkler verir.' duygusuyla hareket edilmiştir. Günümüzde de eğer bir kurtarıcı, bir ‘mehdi’ bekleniyorsa, bu mehdi millet olarak Türklerin hâkim olması yani onun yönetiminde ancak olabilir, insanlık o zaman ancak huzurlu ve geleceğinden emin olabilir. Çünkü Türk milletinin adaleti dengeyi korur. Türk milleti olaylara ölçülü yaklaşır. Hoşgörü ile yaklaşır, adaletle yaklaşır, ehliyeti öne çıkarır ve inancı, dinî kökeni ne olursa olsun istişareye önem verir İstişare de XI. yüzyılın Türk bilgini ve devlet adamı Yusuf Has Hacip’in Kutadgu Bilig adlı eserindeki şu öğüdüne göre yapılırdı: ‘Ey arkadaş, istişare edersen kendi yararını düşünmeyen biri ile istişare et. Kendi yararını düşünen kimse menfaati uğruna, uygun olanı bile reddeder, uygunsuzu tercih eder.’ İstişare yapıp karar verildikten sonra da kararın arkasında durulurdu."