TÜRKLERDE ASALET KAVRAMI VE BİLGİNİN KUTSALLIĞI

18 Ekim 2017 11:25
Okunma
1324
TÜRKLERDE ASALET KAVRAMI VE BİLGİNİN KUTSALLIĞI

TÜRKLERDE ASALET KAVRAMI VE BİLGİNİN KUTSALLIĞI

 

 

Mete GÜREL

 

 

Türk devlet anlayışının tarihçesi incelendiğinde, o dönem kültür çevreleri ile çok farklı bir yapıda olduğu ortaya çıkmaktadır. Komşu bir devlet olan Çinliler de devlet, Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcileri olan imparatorlar tarafından yönetilirdi. Çin imparatoru, bu düzeni kurmak ve insanları yönetmek üzere yaratılmış kutsal kişilerdi.  Bilgi ve erdem ona mahsustu,Çin halkı bilgiye ulaşamaz, ancak, imparatorun nuru ile aydınlananlar himaye görür, yükselebilirdi. Çin imparatoru kutsal kişiliği ile halkın üzerinde oturur ve ona ulaşmak büyük seremonileri gerektirirdi. Halkı yönetmek için gereken kanunlar yine Tanrı’nın buyrukları olarak görülür, kanunları tanrıların yaptığına inanılırdı. Aynı dönem Yunan anlayışında ise, tamamen idealize edilmiş insani ilişkilerin uygulayıcıları yargıçlardı ve bunlara tanrısal yetkiler verilmişti. Fakat bu ideal düzen sadece teoride kalmış halk bundan faydalanamamıştı.

Türklerde göğü yaratan bir güç vardır,Çin’de ise göğün kendisi bir yaratıcıdır. Türklerde, Çin ve Yunan’da olduğu gibi yöneticilerin asil olması, özel yaratılmış olmaları söz konusu değildi.Yöneticiler seçimle işbaşına gelir. İnsanlar eşit olarak doğar ancak, bilgi ve erdemleriyle diğer insanlar arasında yükselir ve yönetici olmağa hak kazanırlardı. Yöneticilerin almış oldukları unvanlar babadan oğula geçmez, ancak fiilen görevi yürütenler bu unvanları kullanabilirdi. Yönetimde kanunlar yöneticiler tarafından veya yönetime yardımcı âlimler tarafından ortaya konurdu. Kanunların ilahî bir cephesi yoktu. Türk töresi gayet sade ve anlaşılır bir şekilde ortaya konmuş, halk ve yönetici arasındaki düzenlemelerde,Çin’de olduğu gibi karmaşık seremonilere yer verilmemişti. Halk her an yöneticisine ulaşabilir, hatta yönetim hakkında onu tenkit edebilirdi. Halkın devlete karşı görevleri olduğu gibi, devletinde halka karşı görevleri vardır.

Türk devlet anlayışında insanların doğuştan asil olmadığı kabul edilir. İnsanlar birbirine eşit olarak doğarlar,sonra kendisini yetiştiren kişi bilgi ve erdemi ile alpliği ile diğer insanların önüne geçer ve lider olur. Bilgi ve erdemleri ile Tanrı tarafından kutsanan liderler “İdikut”, “Tanrıkut” gibi unvanlar alırlardı. Seçimle işbaşına gelen bu liderler, yükümlülükleri yerine getirme oranında övünürlerdi. Aç olan halkı doyurmak, devleti düzene sokmak, esaretten kurtarmak, halkın, refah seviyesini yükseltmek,  adil davranmak asli görevleri arasında idi.

XI. yüzyıla ait bir Türk atasözünde ; “Kut belgusi,biligdir.” yani devlet ve saadetin işareti bilgidir, deniyor.

Bu ve benzeri atasözleri, abidelerdeki bilgiyle alakalı sözler incelendiğinde Türkler için bilginin önemi ortaya çıkar. Komşu kültür olan Çin kültüründe bilgiye sahip olma hakkı imparatora aitti, halk bu bilgilerin derinliğine girip anlayamazdı.Türklerde ise bilgelik, devlet bayrağının üzerinde duran bir sembol gibidir.Bilgi, halkın bilemediği, anlayamadığı bir şey değildi. Her hangi bir kimsenin bilgi edinip bilge olabilmesine mani hiçbir şey yoktu. Göktürk Yazıtları, ancak halk başını alıp gittiği zaman onlara, “bilgi bilmez kişi veya bilmedükin üçün” diyordu.

Türklerde yöneticinin bilge olması vazgeçilmez bir prensipti. İşbara Kağan’ın, seçim kurultayında dört kağanın oğullarından en bilgesi olduğu için tahta çıkarılması örneklerden sadece birisidir. 

Özet olarak, Türk devlet anlayışında insanlar eşit olarak doğar hiç kimse doğuşta, diğerinden üstün değildir. Ancak bilgi ve erdemi ile diğerlerinden üstün olmayı hak eder.Bu anlayış Türk devletlerinde bir bilgi yarışını da beraberinde getirdiği için,kurulan devletler çok hızlı bir şekilde imparatorluğa yükselmiş, bu özelliği kaybettiği anda da devletleri yıkılmıştır.

Çin devletinde görülen, soya dayalı bir asaletin kabul edilmesi beraberinde neler getirir küçük örneklerle açıklamaya çalışalım.

Devlet kademelerinde görev alanlar kendilerini “tanrının özel yaratılmış kulları”olarak gördükleri için halkı küçük görmeye, görev dağıtımında hısım akrabasının bu görevleri hak ettiğine inanır. İyi bir din adamının ölümü üzerine oğlu veya kızı ve hatta damadı kutsanarak saygı görmeye başlar. Halk bunları ölenin vekili olarak görüp onlardan da bilgiye dayalı çözümler umar ve hatta zaman içerinde mezarları bile kutsanarak ilahî çözümler umulmaya başlanır. Yönetim kademesinde bulunan kişilerin ailesi kendilerini ayrıcalıklı olarak,kanunlardan yukarda görmeye başlar. Devlet yönetiminin kendilerine verilmesi gerektiğine inanır ve bunu ilahî bir mecburiyet olarak görür.

Bu anlayış siyasi liderlerin çocukları ve eşlerini siyasi liderliğin vârisi, şeyhlerin çocukları ve damatları şeyhliğin varisi olarak görmesine ve böyle devam etmesine sebep olur. İşin daha da kötüsü bu anlayış halk arasında kabul gören bir yapıya dönüşür. Lokantaya giden bir bürokrat lokantada kendisine özel muamele yapılmasını, yemeğin en güzel yerinden verilmesini umarken lokantacı da ikaza gerek duymadan bunu yapar, o sırada bekleyen sürekli müşterisini ihmal etmektende çekinmez. Bunu hayatın her safhasında hissedersiniz.

Oysa ölçü “Türk devlet geleneği”nde olduğu gibi “bilgi” ve “erdem” olsaydı ölen siyasetçinin çocukları eğer bilgi ve erdemleri yeterliyse siyaseti devam ettirirlerdi. Dinî liderlerin çocukları da yine babalarının bilgi ve erdemine ulaşabilmişlersebabaların kaldığı yerden dinî liderliğe devam ederdi. Lokantaya giren bürokratkendisini diğer müşterilerden ayrıcalıklı hissetmezdi.

 Maalesef bu anlayış temellerden sarsıldığı için bu görevler Tanrı tarafından verilmiş bir lütuf olarak babadan oğula geçmekte siyasi veya ekonomik ranta dönüşmektedir. Tesadüfen yönetim kademesinde bulunanlar, makama hizmet etmektense makamdan faydalanma yoluna gitmektedir. Halk yanlış bir düşünce ile yönlendirildiğinden bu kesimi kutsayarak kurtuluşu bunlardan beklemekte onların istek ve arzularını ilahî bir emir olarak kabul etmektedir.

Kurtuluşun reçetesi;“bilgi ve erdemi” Türk devlet geleneğinde olduğu gibi olmazsa olmazlar arasına almak ve her insanın etnik kökeni, cinsiyeti ne olursa olsun eşit doğduğunu kabullenmektir.