14 MART, TIBBİYE VE BAĞIMSIZLIK

15 Mart 2019 14:51 uzm.dr.Ömer Çağlar YILMAZ
Okunma
371
14 MART, TIBBİYE VE BAĞIMSIZLIK

14 MART, TIBBİYE VE BAĞIMSIZLIK

Ömer Çağlar YILMAZ (Uzm. Dr. MHP MYK Üyesi)

Ülkemizdeki modern tıp eğitiminin temeli, Padişah II. Mahmut’un kurduğu “Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire” adlı tıp okuluna dayanır. Bu okulun kuruluşunun yıl dönümü olan 14 Mart -1919 yılında İstanbul işgal altındayken Tıp Fakültesi öğrencileri tarafından işgale karşı direniş ve örgütlenme çabası olarak kutlandığından beri Tıp Bayramı olarak kutlanmaktadır.

Esasında Padişah II. Mahmut’un kurduğu bu okuldan önce de Osmanlı Devleti’nde bir tıp eğitimi vardı. Bu eğitim daha çok usta-çırak ilişkisine ve medrese sistemine dayanıyordu. Yeni Çağ başlarında Avrupa’da başlayan Rönesans ve Reform hareketleri birçok alanda olduğu gibi tıp alanını da etkilemiş, bilimsel düşünce yavaş yavaş tıp alanına da egemen olmaya başlamıştı. 19. yüzyıl başlarında Osmanlı tıbbına iki farklı tıp anlayışı hâkim durumdaydı: “Eski tıp anlayışı” ve bilimsel düşüncenin ışığında gelişen “yeni tıp anlayışı – Tıbbı Cedit”

19. yüzyıl başlarında Osmanlı Devleti’nde tıp eğitimi konusunda tam bir karmaşa vardı. Tıp eğitimi veren medreseler eski kalitesini yitirmişti ve çoğu da kapanmıştı. Halkın arasında türeyen sahte hekimler çok sayıda kişinin ölümüne sebep oluyordu. Gerçek hekimler arasında yabancı hekimler ve azınlık hekimleri çoğunluktaydı, az sayıda yabancı dil bilen Türk hekimi ise gelişmeleri takip ederek çevresine yardımcı olmaya çalışıyordu.

Tüm bu durumlar modern eğitim veren bir tıp okulunun açılmasını zorunlu kılıyordu. O zamanın hekimbaşısı ve aynı zamanda çok aydın ve ileri görüşlü bir hekim olan Mustafa Behçet Efendi Padişah III. Selim’e bu konuda bir öneri götürse de bu okulun kurulması gerçekleştirilememişti. Daha sonradan, devlette reform hareketlerine girişen ve Yeniçeri ocağını kaldırıp yerine “Asakir-i Mansure-i Muhammediye” adlı bir ordu kuran Padişah II. Mahmut, gerek yeni ordunun hekim ihtiyacı gerekse toplumdaki hekim açığı yüzünden, çeşitli toplantılar ve çıkarılan fermanların ardından 14 Mart 1827’de “Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire” okulunu kurdu. 3 sınıf olarak düzenlenen bu okulda öğrenciler tıp eğitiminin yanı sıra dil bilgisi, yabancı dil(Fransızca, İtalyanca), hat gibi farklı dersler de almaktaydı. Bu okulda dersler Fransızca ve Türkçe anlatılıyordu.

Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire, 1836 yılında Mekteb-i Tıbbıye adıyla birleştirilmiş, sonra da 17 Şubat 1839 tarihinde Galatasaray’da bulunan Enderun Mektebine taşınarak “Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane” adını almıştır. Viyana’dan getirilen asker hekim Karl Ambros Bernard yönetimindeki bu okulda eğitim dili Fransızca olmuştur. Zengin bir kütüphanenin yanı sıra otopsi ve diseksiyon salonlarının da bulunduğu bu okul, doktor sıfatıyla ilk mezunlarını 1843 yılında Sultan Abdümecit’in de katıldığı bir törenle vermiştir. Yeni mezun doktorlara başarı derecelerine göre albaylıkan yüzbaşılığa kadar değişen rütbeler verilmiştir.

Osmanlı Devleti’nde tüm eğitim kurumlarının üzerinde bir eğitim kurumu (Darülfünun) kurulması çalışmalarına 1848’de karar verildi. Ertesi yıl açılan Darülfünun(üniversite) öğrenci ve öğretmen yetersizliğinden kapandı. 1870’de tekrar açılan Darülfünun maalesef bir daha kapandı. Kalıcı olan 3. Darülfünun 1 Ağustos 1900’da II. Abdülhamit’in fermanı ile açıldı. Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane ve Hukuk Mektebi Darülfünun’a katıldı. Ek olarak fen, Matematik, Edebiyat ve İlahiyat Fakülteleri kuruldu. 1933 Temmuz’unda çıkarılan 2252 sayılı Yasa ile Darülfünun ve ona bağlı bütün kurumlar, kadro ve örgütüyle lağvedildi. Yerine İstanbul'da Maarif Vekâletine bağlı yeni bir üniversite kurulması öngörüldü. İstanbul Üniversitesi 1 Ağustos 1933'te yeni bir kadro ve yapıyla açıldı. 1 Kasım 1933'te Türkiye'nin "ilk ve tek" üniversitesi olarak eğitime başladı. Tıp eğitimi önce Darülfünun sonra da İstanbul Üniversitesi bünyesinde verilmeye devam etti.

14 Mart’ın tıp eğitimi veren ilk eğitim kurumunun açılmasının yıl dönümü olmasının yanında aslında daha manalı ve önemli bir hüviyeti de vardır. 1911 yılının baharında Karacaahmet’te toplanan 190 Tıbbiyelinin gösterdiği vatanseverliği 14 Mart 1919’da Tıbbiyeli Hikmet ve arkadaşları gösterdiler. Tıbbiyenin bahçesinde üç kişi yan yana dolaşmanın yasak olduğu işgal yıllarında Tıbbiyeliler okulun kurulmasını vesile göstererek okulun toplantı salonunda bir kutlama tertip ettiler. Bu törende işgalci devletlerin yetkililerinin karşısında bir konuşma yapan Memduh Necdet: “İtiraf ediyoruz ki vatan, bilhassa onun kalbi, beyni olan İstanbul bu dakikada korkunç bir buhran geçiriyor. Ama korkmuyoruz… Buradayız, burada kalacağız… İstanbul bizimdir, çünkü halife ve hakan yatağıdır. İstanbul bizimdir çünkü şehitler ve tarih buradadır. İstanbul bizimdir, çünkü istiklâl buradadır.” ifadeleriyle işgale karşı çıkan cesur ses olurken Tıbbiyeli Hikmet Boran, eş zamanlı olarak ay yıldızlı bayrağı Tıbbiyenin iki kulesi arasında dalgalandırmış ve tüm Tıbbiyelilerin cesur sesi, hür yüreği olmayı başarmıştır. Bu karşı çıkıştan sonra tıbbiyeliler arasında istiklal meşalesi yanmış, aralarında toplanarak temsilci olarak Tıbbiyeli Hikmet’i seçilmiş ve Sivas Kongresi’ne gönderilmiştir. Kongrede Hikmet Mustafa Kemal’e hitaben:
“Paşam, temsilcisi olduğum Tıbbiyeliler beni buraya istiklal davamızı başarmak için gönderdiler. Mandayı kabul edemem! Bunu kabul edecek olanları şiddetle reddederiz. Örneğin manda fikrini siz kabul etseniz sizi de reddederiz. Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcısı değil vatan batırıcısı olarak ilan eder şiddetle karşı koyarız.” demiştir. Mustafa Kemal tüm bunların üstüne: “Arkadaşlar gençliğe bakın! Türk ulusunun taşıdığı asil kanın ifadesine bakın. Çocuğum kaygılanma, gençliğimizle övünüyor ona güveniyorum. Parolamız “Ya istiklal ya ölümdür!” diyerek yanıt vermiştir.
Görüldüğü üzere 14 Mart ilk bakışta Türkiye’deki modern tıp eğitimi veren okulun kuruluşunun yıl dönümü olarak görünse de esasında 14 Mart Tıbbiyeli Hikmet ve arkadaşlarının bağımsızlık ateşinin bir sembolüdür. 14 Mart ki, ülkesinin geleceğinin tehlikede olduğunu gören tıbbiyelilerin her türlü tehdide rağmen işgalcilere karşı durması ve bağımsızlık meşalesinin Tıbbiyeden yakmasıdır. Geçmişten günümüze tüm tıbbiyeliler Tıbbiyeli Hikmet bilinci ve ruhu ile bir taraftan insanların şifasına vesile olurken bir taraftan da ülkemizin varlığını ve birliğini korumaya devam edeceklerdir.
Var olsun Tıbbiyeli Hikmet! Var olsun Tıbbiyeliler!
Ne mutlu Türk’üm diyene!