CUMHUR İTTİFAKI YOLUNDA TÜRK’ÜN YÖNETİM DÜŞÜNCESİ VE SİSTEMİNE BAKIŞ

31 Ağustos 2018 16:01 Dr.Selim YILDIZ
Okunma
782

CUMHUR İTTİFAKI YOLUNDA TÜRK’ÜN YÖNETİM
DÜŞÜNCESİ VE SİSTEMİNE BAKIŞ

Selim YILDIZ

“Türk, şerefsizlikten korkar. Yalan ve iftira ile çıkar sağlamaktan çekinir. Silahı haysiyetsizlik olan mücadeleye yabancıdır… Sufli ruhlu olanlar büyüklükten, yükselmekten korkar. Bugünkü siyasi sınırlar dışına her göz atış onlar için korkunç sonuçlar verecek rüyadır.”
Hüseyin Nihal ATSIZ

Anayasa değişikliği, başkanlık sistemine geçiş çalışmalarının devamında cumhur ittifakı yolunda Türkiye’de ve Türk dünyasında Türk devlet düşüncesi, hâkimiyet anlayışı ve yönetim sistemini ortaya koymak ayrı bir önem taşımaktadır. Görülecektir ki Türk devleti, düzene sokmak, yaşatmak, korumak, kollamak ve kondurmak, açları doyurmak, çıplakları giydirmek için vardır. Kağan kendini bu tanrısal sorumlulukla var saymaktadır. Kağan, Orhun Abideleri’nde sıkça rastladığımız “Benim budunum-milletim!” diyerek insanını sahiplenmekte ve milletin oluşumunda öncü olmaktadır.
Devlet, bir milletin belli bir toprak parçası üzerinde politik bir örgütlenme sonucu ortaya çıkan kişiliğidir. Milet ise, Ernest Renan’ın tanımıyla, ortak bir geçmişi olan ve birlikte yaşama arzusu gösteren insan topluluğudur. Görüldüğü gibi, millet manevi bir ilke, bir ruha dayanır. Ortak geçmişten anlaşılan tarihe sahip olmaktır. Bir milleti millet yapan öge, kişilerde ortak bir bilincin varlığı ve belli bir ülkeye bağlılık ve ortak yaşama arzusunun bulunmasıdır. Anlaşılacağı üzere, millet kavramı devamlılık ve ebedîlik fikri ifade eder. Bu bakımdan da millet, manevi bir varlığın karşılığıdır ve bir hükmi şahsiyettir. Millet hâlinde yaşayan bir topluluğun amacı diğer milletlere karşı ortak menfaatlerini korumak zorunda olmakla beraber, ortak inanışları, hayat tarzını, âdet, fikir, bilinç ve iradeyi devam ettirmektir. Halk ise, belli bir zaman ve yerde birlikte yaşayan insan topluluğudur. Halk kavramında devamlılık yoktur. Halk, kişilerden oluşan kolektif ve fiziksel bir topluluktur. Millet, politik bir örgütlenme sonucunda iradesini gösterebilecek duruma gelmekte, devlet şekline girer.  
Devlet, emretme yetkisine sahiptir. Ancak, bu yeterli değildir. Emirlerini uygulama gücünün de bulunması gereklidir. Eğer yönetilenler, devletin emretme gücünü ve bu gücü kullanmasını meşru saymıyorlarsa, orada devletten değil, ancak zorba bir yönetimden söz edilebilir. 
Türkler yönetim düşüncesinde gücü Tanrı’dan aldıklarına inanıyorlardı ve kağanlar bu güce sorumlulukla bağlıydı. Bu bağlılık “kut” diye ifade edilirken kağanlar da karizmatik bir tip olarak tarihteki yerini alıyordu. Karizmatik tip, hükümdarlık yetki ve kudretinin Tanrı tarafından bağışlanmasıdır. Göktürk Kağanı Bilge Kağan’ın tacındaki “kut kuşu” motifi bu bağışın en güzel göstergesidir. Diğer yandan Satuk Buğra Han Destanı’nda, Buğra Han’ın kızı Alanur’un gebe kalması Cebrail’in Alanur’un ağzına ışık damlatması sonucu gerçekleşmiş ve böylece Tanrı bağışı Türklerin İslam’ı kabulünden sonra da devam etmiştir.
 Kut'un “mübarek” manası Tanrı ile olan ilgisinden doğmaktadır. Bilindiği üzere, “kut” Türkçenin en eski kelimelerinden biridir ve MÖ 176 yılında Mo-tun tarafından Çin imparatoruna yazılan mektupta bu Türk hükümdarının adı sırasında geçmektedir: Tanrı kut'u Tan-hu (Tanrı'nın hükümranlık hukuku ile donattığı hükümdar) kut, ünlü siyaset kitabı Kutadgu Bilig’de açıklanmıştır. Buna göre, “Kutun tabiatı hizmet, şiarı adalettir… Fazilet ve hizmet kuttan doğar… Beyliğe yol ondan geçer… Her şey kutun eli altındadır,  bütün istekler onun vasıtası ile gerçekleşir… Tanrısaldır… Dünyada tam bir iktidar kuşağı bağladı, kurt ile kuzu bir arada yaşadı… Bey, bu makama sen kendi gücün ve isteğin ile gelmedin, onu sana Tanrı verdi…” 
Bundan dolayı bir Türk’ün başarılı bir kağan olabilmesi için Tanrı tarafından verilmiş başlıca üç özelliği kendinde toplaması gerekiyordu. Tanrı kendisine, kağanlık ve başarı için “yarlık” vermeli idi. Tanrı, diğer insanlardan ayrı olarak onu, iyi talih yani “kut” ile donatmalı idi. Ayrıca insanların bir kısmet payı yani Tanrı’nın bize verdiği “ülüg”leri de vardı.  Göktürk Kitabeleri’nde Bilge Kağan tarafından bildirildiği gibi bu sayede ölmek üzere olan millet diriltilmiştir.
Devlet yeryüzünde olmakla beraber, Gök Tanrı, hâkimiyetin sahibi ve kaynağıdır. Türklerin zihinlerinde iktidar gökten aşağı doğru inmektedir, devlet içindeki mevkiler de yukarıdan aşağı doğru yayılmaktadır. Daha sonra sağa ve sola yayılır. Güneş ve ay inancı da son derece önemlidir, güneş sağı ve doğuyu, ay solu ve batıyı göstermektedir.  Bu sebeple de devlet teşkilatı da kağandan başlayıp doğuya ve batıya doğru yelpaze şeklinde iki uçlu bir genişleme gösteriyordu. Bahaddin Ögel buna Orta, Doğu ve Batı ekseninde olmak üzere “Geniş Bölge Teşkilatı” demektedir. 
Gök, yıldızlar ile arşı, güneş ile ayı da içine alan geniş bir deyimdi. Oğuz Kağan Destanı’nda Gök Han, yerden yani ağaç kovuğundan gelen hatundan doğmuştur. Gün Han, Ay Han ve Yıldız Han ise Gökten inen hatundan doğmuşlardır. Gök kubbeyi yerin bir devamı olarak düşünme Türklerde çok eskiydi. Göktürk çağında “Üze Tengri asra yer”, Uygur el yazmalarında ise “Üstün Tengri altın yer” her zaman birlikte görülüyordu. Bu iki büyük varlık birbirinden ayrılmıyordu. Üze, bugünkü üzeri sözümüzün bir köküdür. “-Re” yön gösteren bir ektir. Asra yani aşağıya sözünü de böyle anlamak gerekir. Göğün Tanrı’nın mekânı olduğu Şaman törenlerinde açık bir şekilde görülmektedir. Tanrı’nın bulunduğu gök katları, 5. kattan sonra başlıyordu. Bazen de 9. katın yani göğün en yüksek katının üzerinde Tanrı’ya ulaşıyordu. 
Gök merkezli ve Tanrı kaynaklı hâkimiyet anlayışı Türklerde dünyayı yönetme ülküsüne dönüşerek üniversal bir hâle kavuşmuş ve dünyaya yön vermiştir. Bu üniversal anlayışı ruh dünyamızda ve millî destanlarımızda en başta da Oğuz Kağan Destanı’nda görmemiz mümkündür. Zira, Oğuz Han’ın yirmi dört oğlunun yarısı sağ yana diğer yarısı da sol yana ayrılmışlar ve herkes bu iki bölümden birbirine bağlanmışlardı. Oğuz Han, bütün İran ve Turan ülkeleri ile Şam, Mısır, Rum ve diğer memleketlerin hepsini zapt etmişti. Bütün bu ülkeleri aldıktan sonra, kendi yurdu olan Or-tak ve Kür-tak’a dönmüştü. Bir av sırasında bulunan altın yayı üç büyük oğluna, üç altın oku da üç küçük oğluna vererek Uluğ Türk’ün (Irkıl Hoca) tavsiyesine uymuş ve oğullarını doğuya ve batıya göndermiştir.
Oğuz Kağan’ın son sözü de “Gök Tanrı’ya borcumu ödedim.” şeklinde olmuştu. Bu sözden anlıyoruz ki Oğuz Kağan yaptıklarını Tanrı’nın isteğine bağlamaktadır. Tanrı’nın isteğini yerine getirmek için çalıştığına inanmakta ve topluma da aynı şekilde duyurmaktadır. Oğuz Kağan’ın yaptığı işler bir cihan devletinin kurulmasını sağlamıştır. Kurulan devlet, Tanrı’nın bir isteği gibi gösterilmektedir. Bu anlayış ve bu inancı Göktürk Destanı’nın içyapısında da görmekteyiz. Tanrı Türk’ü korumuş olduğundan Ergenekon’dan çıktıktan sonra, atalarının eski yurtlarına sahip olmuşlardır. Bu sözlerden anlaşılıyor ki, Türklerin yaşaması Tanrı’nın isteğidir.   
Görüldüğü üzere hâkimiyetin kaynağı ve Türk’ün yaşaması Tanrı’nın isteğine bağlanırken bu isteği devam ettirmek ve ayakta tutmak için de meclis kanalıyla bir demokratik zemin oluşturulmuştur.
İslamiyet öncesinde Türklerde hükümdarlıkların tasdik edildiği toplantılar düzenlenmesi, Toy geleneği, Kurultay, Kengeş adı verilen meclislerin varlığı, Tabgaçlar, Hazarlar ve Peçeneklerde İhtiyarlar Meclisinin olması, Oğuzlarda Tirnek yani dernek-millet meclisi ve Gürcü Kraliçesi Thamara döneminde Kıpçak Başbuğ’u Kutlu Arslan’ın kurdurduğu Devlet İstişare Meclisi demokratik zeminin birer işaretleridir.
Günümüzde birçok alanda ilerlemesini devam ettiren Orta Asya Türklüğünün İngiltere ile aynı çağda eski Türk devlet düşüncesi ekseninde parlamenter sisteme benzer bir devlet yönetimini uygulamış olmaları ise Türk dünyası adına önemli bir gelişme olmuştur. Zira Prof. Dr. Mehmet Saray’ın “Türk Devletlerinde Meclis Demokratik Düşünce ve Atatürk” adlı kitabında yazdıklarına göre, Özbek Türklerinin önderliğinde kurulan Buhara, Hive ve Hokand Hanlıklarında birer meclis olmuş iç ve dış meseleler burada görüşülmüştür. Hive’de hanın seçtiği veya tayin ettiği divan beyi (başvezir), eyalet valiliği yapan beyler, ordu kumandanı, hazineci ile başkadı meclisin toplantılarına katılmıştır. Buhara’da ise emirin tayin ettiği kuş-beği (başbakan), vali beyler, ordu kumandanı, maliye nazırı ve Buhara müftüsü meclisin devamlı üyeleri olarak toplantılara katılmıştır. Diğer yandan Kırgız, Kazak ve Türkmen kurultay ve maslahatlarının işleyiş tarzı, bilhassa temsilcilerin seçiliş şekli daha demokratça olmuştur. En büyük kabilelerden boylardan en küçük uruklara veya aullara kadar kurultay ve maslahat üyeleri bizzat seçilip gönderilmiştir. Kazakların ünlü lideri Taüke (Tevke) Han (1678-1718), bütün Kazak beylerini her yıl Kül-Töbe’de (Taşkent’in kuzeyi) toplar, iç ve dış meseleleri tartışırdı.. Cungarların (Kalmuk) Kazak ülkesini talan etmesinden sonra felaketten kurtulabilme adına töreye ilaveten kurultaya yedi önemli karar aldırdı. Yedi Kanun-Jeti Jargı-Yedi Nizamname veya Tauke Kanunu olarak bilinen bu kanunlar uzun süre Kazakların sosyoekonomik hayatında rol oynadı. Tauke benzer bir kanunu Kırgızlar için de yapmıştı. Diğer yandan Türkmen maslahatı, Türkmenlerin politik sistemi, hükûmet ve idare şekilleri olarak karşımıza çıkan, Türk töresine göre çalışan ve demokratik olgunluğa sahip bir yapıdır. Türkmen Eli’ni ziyaret eden Sir Ronald Thomson, Vambery, İngiliz Albay Baker, İngiliz Yüzbaşısı Conally, Rus Generali Grodekov Türkmenler arasında ‘’eşitlik’’ temelindeki demokratik olgunluğa işaret ederler. Grodekov Türkmen maslahatından uzun uzadıya bahsederek halkın temayülü doğrultusunda kararlar alındığını vurgulamaktadır. Türkmen maslahatı bugün her biri parlamentoya sahip olan Türk Cumhuriyetlerinde parlamentolarında demokratik seviyenin tesisi açısından model olabilir. Nitekim 27 Ekim 1991’de istiklaline kavuşan Türkmenler maslahatı canlandırdılar. 15-16 Mayıs 1992 günü Türkmenistan-Taşauz şehrinde toplanan III. Türkmen maslahatı bunun en güzel göstergesidir. Delegeler geldikleri bölgelerin sorunlarını tek tek dile getirerek eksik gördükleri hususları Cumhurbaşkanı Sapar Murad Bey’e sormuşlardı.
Sonuç olarak; Türkiye’de bugün tesis edilmek istenen sistem değişikliğini tarihin anlaşılan yanı olan kültürümüze bakmalı, orada arayıp bulmalıyız. Türkiye kendini arayıp bulacaksa bunun adresi tarih, temeli kültür olmalıdır. Anayasa niteliğindeki Türk töresinin temel ilkelerinin könilik (adalet), uzluk (iyilik), tüzlük (eşitlik), kişilik (insanlık) olduğu hatırdan çıkarılmamalı, sistem değişikliği ve adı ne olursa olsun altı doldurulmalıdır. Türk kağanlarının sorumluluk ve aidiyet duyguları iyi okunmalı, 1300 yıl öncesine gidip Bilge Kağan’ın “Türk’ümü, milletimi besleyin, ona zahmet çektirmeyin.” vasiyetine kulak verilmelidir. Türk devlet yönetiminde Türkmen maslahatı doğru görülmeli, sadece Türkiye için değil bütün Türk dünyası için ortak bir yönetim modeli aranmalıdır. Bu yolda korkulmamalıdır.  Sınır tanımaz Türk milliyetçisi Hüseyin Nihal Atsız’ın dediği gibi; “Türk, şerefsizlikten korkar. Yalan ve iftira ile çıkar sağlamaktan çekinir. Silahı haysiyetsizlik olan mücadeleye yabancıdır… Sufli ruhlu olanlar büyüklükten, yükselmekten korkar. Bugünkü siyasi sınırlar dışına her göz atış onlar için korkunç sonuçlar verecek rüyadır.”
Kökleri göklerde olan koca Türk milleti, korkularını yenmeli, içe kapanık bir ruh hâlinden kurtularak dışa dönük bir ruhla cumhur ittifakıyla “Büyük Türkiye Rüyası”na uyanmalıdır. Millet, tarih ve kültür temelinde durmadan, duraklamadan, “yarasını yabana sardırmadan”, sarsılmadan devletinin yanında yoluna devam etmelidir.