Dr. Bahadır Bumin ÖZARSLAN: HDP’NİN TERÖR ÖRGÜTÜ İLE BAĞINI KOPARMASI GEREKİR, FAKAT ONLAR BÖYLE BİR YOLU TERCİH ETMEDİ

25 Kasım 2021 10:04
Okunma
185
Dr. Bahadır Bumin ÖZARSLAN: HDPNİN TERÖR ÖRGÜTÜ İLE BAĞINI KOPARMASI GEREKİR, FAKAT ONLAR BÖYLE BİR YOLU TERCİH ETMEDİ

Dr. Bahadır Bumin ÖZARSLAN:
HDP’NİN TERÖR ÖRGÜTÜ İLE BAĞINI KOPARMASI GEREKİR, FAKAT ONLAR BÖYLE BİR YOLU TERCİH ETMEDİ

Milliyetçi Hareket Partisi (MHP)  Genel Sekreter Yardımcısı ve Hacettepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Milletlerarası Hukuk Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Dr. Bahadır Bumin Özarslan, “HDP ile ilgili bizim yaklaşımımız şudur: Bizim yaklaşımımız evrensel hukuk ilkeleri bağlamında ortaya konulmuş hukuk kuralları çerçevesindedir. Yani Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) Batasuna Kararı’nı incelediğiniz zaman HDP gibi bir partinin Avrupa'da, Batılı toplumlarda ve özellikle Kıta Avrupa’sında hiçbir yerde faaliyet gösteremeyeceğini görürüz. Batasuna Kararı’ndaki gerekçeler çok açıktır. Ben de bir hukukçu olarak epeyce inceledim. Yani HDP'nin terör örgütü ile açıkça bağını koparması gerekir. Fakat onlar böyle bir yolu tercih etmedi.” dedi.
Özarslan, TV 100'de yayınlanan "Mine Uzun ile Güne Bakış" programında, iç ve dış politika gündemini değerlendirdi. Özarslan, Uzun’un sorularına karşılık şunları söyledi:
“İstanbul ve Ankara örneğinden yola çıkarak belediye başkanlıklarının kazanılması hemen bir sonraki seçimde de bu belediye başkanlıklarını kazanan kişilerin otomatik bir başarı getireceği” şeklinde bir yaklaşım, bence biraz erken bir tahmindir. Niçin? Çünkü hayatta şöyle bir genel kural vardır: ‘Kendi işinde başarılı olmayan veya olamayan bir kişi, başka hiçbir işte başarılı olamaz.’ Yani nispi anlamda kendi yaptığı bir işte başarısının olması ve başarı hikâyesinin olması gerekir ki başka bir işte yeniden başarılı olabilsin. En azından başka bir pozisyona talip olabilsin. Şu aşamada belediye başkanlarının böyle bir başarı hikâyesi henüz yok fakat böyle bir algı yaratma çabası var. Özellikle de İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanları için bu tarz bir strateji izleniyor. Öte yandan İstanbul Belediye Başkan’ında, İstanbul'un meselelerinden ziyade Türkiye'nin gündemine odaklanmaktan başka bir şey görmüyoruz. Bir başka husus, Ekrem İmamoğlu'nun bir sonraki seçimde yeniden aday olması her kesimden oy alabileceğine yönelik bir algı yaratma çabası var ama bu çaba onun her kesimden oy alabileceğini göstermez. Mesela, Türk milliyetçilerinden İmamoğlu'nun oy alma şansı yoktur. Çünkü Ege Üniversitesinde görevli olduğum yıllardan şahsen tanıdığım rahmetli Fırat Yılmaz Çakıroğlu'nun şehit edildiği günde onun için mesaj atan ve şehit mezarlıklarını ziyaret eden İmamoğlu'nun, Fırat’ı şehit edenleri ve şehitlerimize dil uzatanları açıkça destekleyen bir partiyle veya ona benzer kişilerle ilgili de mesajlar atması gibi hususlar, onun her iki taraftan da oy alabileceğine işaret etmez. Türk milliyetçileri bunu görür ve buna uygun tavır alır. Dolayısıyla İmamoğlu üzerinden bir algı yaratma çabası var. Bu da İmamoğlu'nun aslında kendisinin tercih ettiği strateji ile alakalı. Belediye başkanlığı seçiminden sonra, hatta ilk ve ikinci seçim arasındaki dönemde bile herkese temas ederek ileride daha büyük bir seçim yarışının başlangıcını yaptı.
İkinci husus da bu HDP meselesi. HDP'nin geçen seçimlerden farklı bir yol izlediğini görüyoruz. O da şudur: ‘HDP biraz gündemden düştü.’ dediniz. Aslında HDP'nin gündemden düşmesini en çok Millet İttifakı istiyor. En çok CHP ve İP istiyor. Çünkü yapılan örtülü ittifak veya İstanbul seçimlerinde olduğu gibi açık ittifak, bundan sonraki süreçte bırakalım Cumhur İttifakı seçmenini, bizzat CHP'nin büyük çoğunluğunu teşkil eden Kemalist taban ile İP tabanını rahatsız etmektedir. HDP ile açık veya örtülü bir arada olmak tepki çekmektedir. Fakat HDP bu defa şunu söylüyor: ‘Artık gizli ortaklık yok, ortak olacaksak açık olacağız. Ortaklık açık olmayacaksa o zaman biz de kendi adayımızı çıkaracağız.’
Mesele şu: HDP, ‘Bu sefer açık ortaklık varsa varız, yoksa yokuz.’ diyor. En azından Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde. Açık ortaklıktan da kasıt şu: ‘Eğer Millet İttifakının adayı Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanırsa hükûmetin ortağı almak yani bakanlıklar almak.’ Bu artık, açıkça dillendiriliyor. Yani artık ‘Biz ancak bu şekilde bir araya gelebiliriz, yoksa olmayız.’ deniliyor.  Diğer taraftan Recep Tayyip Erdoğan karşıtlığı meselesi söz konusu. HDP tabanında bu var ama dikkat edin son dönemde HDP sözcüleri ‘Yeniden bazı şeyleri konuşabiliriz’” diyor. ‘Cumhur İttifakı bozulursa, dağılırsa gibi veya belli konularda adımlar atılırsa AKP ile bir araya gelebiliriz.’ gibi bazı söylemler de geliştiriyorlar. Ayrıca HDP'nin otomatikman Erdoğan'ın karşısındaki adaya yönelmesi ile ilgili olarak şu yakın tarihteki örneği de hatırlatmak isterim. HDP, 12 Eylül 2010 Referandumu’nda o zaman seçmenlerine oy kullanmama, sandığa gitmeme çağrısı yaptı. Şimdi şartlar farklı ama daha önce yaptı bunu. O dönemde Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan'ın karşısında muhalefet eden bloka o zaman HDP dâhil olmadı. Yani İstanbul ve Ankara seçimlerinde olduğu gibi ‘Nasıl olsa aday çıkartmaz.’ gibi bir psikoloji şu anda yok. Niçin yok? Çünkü HDP aynı zamanda bir taraftan da kapatma davası ile muhatap, yargılanıyor. Hatta bunun için sadece içeriden değil dışarıdan da destek almak amacıyla bir HDP heyeti geçen günlerde ABD'yi ziyaret etti. Oradaki temaslarını gizli saklı değil açıkça yaptı. Dolayısıyla bu sefer HDP meselesi, yerel seçimlerdeki gibi cereyan etmeyebilir. Bunun da altını çizmek isterim. Çünkü HDP bu sefer, kartlarını açık oynamak istiyor. Böyle bir talebi var. ‘Aksi takdirde eğer bizi meşru kabul etmiyorsanız biz sizinle yan yana gelmeyiz diyorsanız o zaman biz de kendi başımızın çaresine bakarız.’ diye çok açık partiyi temsil eden genel başkan seviyesinde ve sözcü seviyesinde kişilerin açıklamaları var. Dolayısıyla HDP bu sefer ‘Çantada keklik değiliz.’ mesajını çok net şekilde veriyor. Yani, başka bir açıdan bakacak olursak acaba ‘Bize bu sefer ne vereceksiniz, nasıl bir araya geleceğiz?' şeklinde bir pazarlık ve örtülü bir şantaj içinde.  AKP meselesi ve oy verme meselesi değil sadece. HDP'nin tutumunun otomatikman Millet İttifakı ile olması yönündeki yaklaşıma itiraz ediyorum. HDP ile ilgili bizim yaklaşımımız şudur: Bizim yaklaşımımız evrensel hukuk ilkeleri bağlamında ortaya konulmuş hukuk kuralları çerçevesindedir. Yani Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) Batasuna Kararı’nı incelediğiniz zaman HDP gibi bir partinin Avrupa'da, Batılı toplumlarda ve özellikle Kıta Avrupa’sında hiçbir yerde faaliyet gösteremeyeceğini görürüz. Batasuna Kararı’ndaki gerekçeler çok açıktır. Ben de bir hukukçu olarak epeyce inceledim. Yani HDP'nin terör örgütü ile açıkça bağını koparması gerekir. Fakat onlar böyle bir yolu tercih etmedi. Mesela Batasuna Kararı’nda terörü açıkça kınamamak ve terör örgütünün faaliyetlerini açıkça desteklemek, kapatma sebebi olarak kabul edilmiştir. Belediye meclis üyelerinin, belediye başkanlarının, milletvekillerinin ve diğer partililerin bu yöndeki eylemleri ve beyanları tek tek sıralanmış; AİHM’e göre kabul edilemez bulunmuştur. HDP'nin bu yaklaşım içinde olması bir problem teşkil ediyor hukuk sistemi açısından ve evrensel hukuk kuralları bakımından. Bizde Anayasa ve Siyasi Partiler Kanunu'ndaki hükümler, tamamen Avrupa Konseyinin Venedik Kriterleri olarak bilinen kıstaslara göre düzenlenmiştir. MHP'nin hükûmet ortağı olduğu 57'nci Hükûmet Dönemi’nde yapılan çok ciddi Anayasa değişiklikleri var. Özellikle temel hak ve özgürlükler bölümü ile ilgili olarak. Mesela, bugün 1982 Anayasa’sı metnini açın, özellikle temel haklar ve özgürlüklerle ilgili değişikliklere bakın, çoğunluğu 2001 tarihlidir. Yani bizim hükûmet ortağı olduğumuz döneme ait. Dolayısıyla biz siyasi partilerin mevzuat çerçevesinde ve özellikle de terörizmi desteklememek, evrensel hukuk çerçevesinde belirlenmiş ilkelere uymak konusunda bir mükellefiyet altında olduğunu söylüyoruz. Çünkü AİHM diyor ki bu, kamu düzenini tehdittir.
Öte yandan bölgede, hem ‘Çözüm Süreci’ndeki genel politikalar sebebiyle zorla HDP'ye yönlendirilmiş ve bölgede örgüt baskısı altında güçlendiği bir dönem vardı. Şimdi o dönem kapandıktan sonra o baskıyı üzerinde hissetmeyen kitlenin, oy kullanırken bile açık oy kullanmak zorunda kalmayan kitlenin artık kendi tercihini de daha kolay sandığa yansıttığını görmeye başladık. Bunu, bundan sonra daha fazla göreceğiz. Yani 2018 Seçimleri öncesinde bile, özellikle Türkiye'nin güney sınırlarında bir güvenlik kuşağının bu derecede oluşmadığı bir dönemde örgüt baskısı nispeten hissediliyordu. Şu anda HDP oy kaybediyor. Batıda büyük şehirlerde biraz daha arttı çünkü oradaki motivasyon da belli. Çünkü CHP'nin o dönem Genel Başkan Yardımcılığını yapan Murat Özçelik, bunu itiraf etmişti. ‘Ailemizde oylarımızı böldük.’ diye. Yani örgüt baskısı sebebiyle HDP'ye oy vermek zorunda kalmış insanları unutmamak gerekir. Terör örgütünün baskısı devam ederken, ne diğer partilerin bölgede normal propaganda yapabildiği bir dönemde ne bulundukları mahalde ne de normal yaşantılarını devam ettirebildikleri bir dönemde HDP'ye oy vermekten başka bir şansı yoktu. Bu kitle, HDP'nin oyunu zorla aldığı, PKK baskısı ile aldığı bir kitle. HDP'nin sandığı protesto etme ihtimali niçin hiç düşünülmüyor daha önce yaptığı gibi? Seçimin matematiği o zaman belli olur. Ayrıca biz, ilk turdan sonra, ikinci turun olacağını düşünmüyoruz. Şu anda yapılan anketlerle seçim kararı alındıktan sonra yapılacak olan anketler arasında ciddi bir fark vardır. Şu anki anketlerde bile her iki durumda da Cumhur İttifakının oylarının %45'in altında gösteren bir anket yoktur. Dolayısıyla şu anki anketleri esas alarak ‘Seçim kesinlikle ikinci tura kalacaktır.’ gibi bir yaklaşım son derece farazidir. Çünkü hatırlayalım, 2018 Seçimleri öncesinde de seçimin ikinci tura kalacağı sıklıkla konuşuldu. Ne oldu? Birinci turda bitti. 2018 Seçimlerinden önce de yapılan araştırmalarda seçimin ikinci tura kalacağı yönünde özellikle Muharrem İnce'nin estirdiği rüzgârla çok anket gördük ama hiçbiri çıkmadı. Aynı anket şirketleri, MHP'nin de %3 veya %4'lerde kalacağını söylemişlerdi. Barajın kesinlikle altında kalacağı belirtilmişti aynı anket şirketleri tarafından. Oysa anketlerin aksine, en az üç katı oy aldık.
SURİYELİ VE AFGANİSTANLI GÖÇMENLER KONUSU
Bu konularla ilgili olarak yakın zamanda Sayın Genel Başkan’ımız, Türkgün gazetesine 4 gün süren bir mülakat verdi ve burada görüşlerimizi paylaştı. Bu görüşler uzunca bir süreden beri beyan ettiğimiz görüşler. Her şeyden önce özellikle Suriyeliler ve şimdi de Afganistan'dan gelenler için kullanılan mülteci tabirini kullanmamak lazım. Çünkü mülteci, hukuken olamaz bunlar. Avrupa Konseyi üyesi dışındakilere biz mülteci demiyoruz. Bu kişiler için sığınmacı tabirini kullanmak da yanlış. Çünkü sığınmacı da iltica başvurusu yapıp başvurusu henüz sonuçlanmamış kitle için kullanılan bir tabirdir. Yine başka birtakım tabirler kullanılıyor. Buna ilişkin 6458 Sayılı Yasa’mız var. Evet, 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi'ne tarafız. Bu çerçevede de 6458 Sayılı Yasa'ya göre biz bu uluslararası koruma statüsüne göre sadece Suriyeliler için ‘geçici koruma statüsü’ şeklinde bir düzenleme yaptık. Suriyeliler 6458 Sayılı Yasa'ya göre geçici koruma statüsü altındadırlar ki bu statü de 1970'lerde Asya'da ortaya çıkmış bir statü ilk defa. Ve bu statü, Cenevre Sözleşmesi'nde de bahsedilmediği için hükûmetin kendi egemenlik yetkisi çerçevesinde sınırlarını belirleyeceği bir statüdür. Buna göre zaten Suriyeliler, şartlar düzeldiğinde 6458 sayılı Yasa'nın 85. maddesine göre geri dönmek mecburiyetindedirler.
İkincisi mesele, Suriyelilere verilen kimlik belgesi de onlar için ikamet belgesi yerine geçmiyor. Niçin? Çünkü ikamet izni yerine geçerse belli bir süre sonra, vatandaşlığa başvuruyu otomatikman Vatandaşlık Kanunu'na göre yapmasınlar diye. Bu yasa Suriyelilere otomatikman birtakım haklar vermiyor, hele hele mültecilerin sahip olduğu otomatik haklara kesinlikle sahip değiller. Onların burada doğan çocukları için de durum aynı. Durum fark etmiyor. Çünkü velileri onlardan sorumludur. Dolayısıyla 6458 Sayılı Yasa'ya göre bunlar için şartlar sağlandığı takdirde, geri dönüş mecburiyetleri vardır. Bu durum çocuklarını da kapsar. Vatandaşlığa geçebilmeleri için Vatandaşlık Kanunu'na göre geçici koruma statüsünün kalkması lazım. Şu anda bu statü ile burada bulunuyorlar. Yani hukuken de bunların otomatik olarak vatandaş olmaları mümkün değildir. Sadece Vatandaşlık Kanunu'na göre istisnai birtakım hâller söz konusu ki bugüne kadar vatandaş olanlar da çok sınırlı, 120 bin civarında bir rakam. Bunlar da belli niteliklere göre, uzmanlık niteliği veya Türkiye'ye fayda sağlayacağı düşünülen kişilerdir. Ama diğerleri bakımından böyle bir şey söz konusu değildir. Suriyelilerin ülkelerine ne zaman gidecekleri konusunda da partimizin politikası şöyle: Yine Sayın Genel Başkan’ımız yakın zamanda açıklamalarda bulundular bu konuyla ilgili olarak. Geri dönüş olması şeklinde. Çünkü uluslararası belgelerde de konuyla ilgili şöyle bir ifade kullanılır: Şartlar düzelmek kaydıyla güvenli ve onurlu bir geri dönüş. Burada kastedilen nedir? Güvenli olması. İç savaş yaşamışlarsa, yaşıyorlarsa döndüklerinde güvenliğin sağlanması. Ayrıca onurlu dönüşten bahsediliyor. Yani döndüklerinde kendi vatandaşı oldukları devletin onlara muamelesinde herhangi bir ayrımcılık olmaması. Mesela somutlaştırırsak Suriye sorunu çözülme aşamasına geldiğinde, Suriye'yi terk edenlerle ilgili genel veya kısmi bir af ilan etmesi beklenebilir. Aksi takdirde bu kişiler, kendi iradeleri ile dönmekten kaçınabilirler. Orada bir takım ayrımcılığa, kötü muameleye hatta yaşam hakkını tehdit edecek birtakım uygulamalara maruz kalmamak için. Bu sebeple burada onurlu ve güvenli bir geri dönüş, partimizin uluslararası hukuk çerçevesinde kabul ettiği yöntemdir. Burada yeniden yerleştirme veya entegrasyon çok makul gözükmüyor. Şartları itibarıyla bu kadar büyük bir insan topluluğu bakımından bu hususlar çok mümkün değil. Bunlar için bizim yaklaşımımız çok açık. Geçtiğimiz günlerde bu bir defa daha somut olarak kamuoyuna yansıdı. Partimizin daha önce hazırladığı bir Sınır Aşan Göçler Raporu var. Burada da yine ayrıntılı bir şekilde tüm boyutlarıyla bu mesele incelenmiş ve birtakım çözüm önerileri sıralanmıştır. Hukuki boyutu dışında ekonomik, sosyal ve kültürel boyutları da incelenmiştir.
AFGANİSTAN’DAN GELENLER
Gelelim bu Afganistan'dan geldiği iddia edilenler meselesine. Şimdi bu konuda da ciddi anlamda bilgi kirliliği var. Bu bilgi kirliliği hem Afganistan'ın içinde bulunduğu şartlar hem de Türkiye'ye geldiği iddia edilen bu sayıları belirsiz kişilerle alakalı. Niçin? Çünkü bir taraftan İçişleri Bakanlığı böyle bir politikamızın olmadığını, sınıra duvar ördüğümüzü ve bu yıl itibarıyla 253 bin kaçağın yakalandığını söylüyor. Öbür taraftan da sosyal medyada birtakım görüntüler var. Bunların bir kısmı Türkiye ile ilgili olabilir ama büyük bir çoğunluğu ya Türkiye'deki görüntüler değil ya eski görüntüler ya da Afganistanlılara ait değil. Şöyle bir gerçek de var ki bir insan kaçakçılığı meselesi var, çok üzerinde durulmayan. İnsan kaçakçılığı yoluyla buraya daha önce gelip yerleşmiş Afganistanlı insanların akrabalarının bir gelme çabası içerisinde olduklarını biliyoruz birtakım paralar ödeyerek. Burada çok ciddi bir kayıt dışı ekonomik trafiği de var. Üzerinde durulması gereken hususlardan birisi bu. Afganistan'daki iç duruma gelecek olursak eğer; Taliban'ın kırsaldaki üstünlüğü öteden beri biliniyordu bu yeni bir durum değil. Taliban, özellikle ABD'nin çekilme politikası uygulayacağını açıklaması ile birlikte yavaş yavaş ilçe merkezlerine ve şehir merkezlerine yönelik son dönemde bazı hamleler yapmaya başladı. Aslında sahadaki gücü açısından bakıldığında, Taliban'ın elindeki güç bakımından merkezî hükûmetin ve özellikle Kuzey İttifakı dediğimiz demografik olarak da Güney Türkistan olarak ifade edebileceğimiz bölgede çok ciddi Türk soylu topluluklar yaşamaktadır. Başta Özbekler ve Türkmenler olmak üzere. Bu bölgenin askerî gücü ile Afganistan merkezî hükûmetinin askerî gücü aslında Taliban'ın çok üstünde. Fakat burada psikolojik üstünlük meselesi var. Bu da Taliban'a ait. Bunda ABD’nin çekilme kararı çok ciddi rol oynadı. Öbür taraftan Türkiye, Afganistan'da hiçbir zaman muharip güç bulundurmamıştır. Bundan sonra da Kabil Havaalanı meselesinde, muharip güç bulundurmak üzere bir anlaşma yapılmamaktadır. Türkiye'nin oradaki askerleri, Kabil'de veya çevresinde muharip güç olarak değil havaalanını kontrol etmek veya havaalanını çalıştırmak şeklinde bulunacaktır. Afganistan meselesi Türkiye açısından ne kadar önemli? Sadece bölgenin durumu veya jeopolitikle mi ilgili? Bakın eğer Türkiye, bölgede kendisiyle çok iyi ilişkilere sahip olan Pakistan ile birlikte hareket ederse eğer, bize tehdit olarak yönelin göçleri de engelleyebilir. Yani Türkiye'nin Afganistan'daki varlığı sadece bu Kabil Havaalanı ve çevresi meselesi değildir. Kuzey İttifakı dediğimiz Afganistan'ın kuzeyindeki gruplarla Türkiye, öteden beri Özbek Türk Komutan Raşit Dostum liderliğindeki gruplarla birlikte çalışmaktadır ve bu bölgede özgül bir ağırlığı vardır. Öbür taraftan Afganistan'ın genelinde de hatta Taliban'a muhalif gruplar içinde de Türkiye'nin varlığına yönelik, diğer NATO üyesi veya başka devletlerle mukayese edildiğinde bir sempati vardır Türkiye'ye karşı. Türkiye'nin burada yapması gereken şu: Türkiye eğer sınırlarına yönelik göçleri engellemek istiyorsa Afganistan'da hiç bulunmamak veya tamamen çekilmek buna hizmet etmeyecektir tek başına. Orada, bir taraftan Rusya ve Çin, ABD boşalttıktan sonra oluşacak olan nüfuz alanını genişletmek bakımından denklemin içine girmek için bekliyorlar. Öbür taraftan da Pakistan ile Afganistan arasında birtakım sorunlar var. Türkiye burada bir katalizör görevi oynayabilir. Çünkü biz yapmadığımız zaman Çin, Rusya ve İran tabii ki bu konuya girmiş durumdalar. Dolayısıyla Afganistan meselesi ile ilgili olarak ‘Türkiye'nin Afganistan'da ne işi var? Bize çok uzak vs.’ gibi basitçe değerlendirmeler çok yanlıştır. Bu konu çok boyutlu bir konudur. Türkiye'nin Atatürk Dönemi'nde yaptığı birtakım anlaşmalar var ayrıca. ABD ile bu konuda yapıldığı söylenen anlaşma da kesin ve doğru değil. Ortada bir netlik yok, sadece böyle bir spekülasyon var ve bu da bir çeşit bilgi kirliliği. Öbür taraftan MHP'nin görüşleri bakımından, sınır güvenliğinin dikkate alınmaması tabii ki söz konusu olamaz. Sınır güvenliği zaten bizim vurguladığımız hususlardan biri. MHP'nin sürecin dışında bırakıldığı ile ilgili de şunu söyleyeyim: MHP bir hükûmet ortağı değil Cumhur İttifakının ortağıdır. Dolayısıyla MHP sürecin içinde olmaz zaten herhangi bir hükûmet etme şekliyle ilgili olarak. MHP sadece ittifakın ortağı olarak bulunuyor, hükûmet ortağı olarak bulunmuyor. Bunun da özellikle altını çizmek isterim.